whatsapp

İstanbul Üniversitesi´ndeki Yahudi bilim insanları

YAŞAM (SG) - Seydişehir Gündem | 20.12.2023 - 13:20, Güncelleme: 20.12.2023 - 13:20
 

İstanbul Üniversitesi´ndeki Yahudi bilim insanları

Birkaç hafta önce, sosyal medyada, bir sahafın Türkçe ve İngilizce olarak “Yahudiler giremez” yazısı astığını okumuştuk. Kimi haberlerde yer olarak Fatih, kimi haberlerde Beyazıt yazıyordu.
O civarı bilmeyenler için kısaca anlatayım. İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt Kampüsü, oldukça geniş bir alana yayılmış durumdadır. Meşhur kapısı Beyazıt Meydanına bakar. Beyazıt Meydanından bir koldan Süleymaniye’ye, bir koldan Vezneciler’e doğru giden yolların içinde kalan alanda, İÜ’nün pek çok binası vardır. Ana kapıdan girmeseniz de İÜ’nün farklı fakültelerine ya da merkezlerine ait pek çok binaya, civarı gezerken rastlayabilirsiniz. Kısacası, Beyazıt Kampüsü, ana kapıdan girdiğinizde karşınıza çıkan bahçeden, Rektörlük binasından ve fakültelerden daha büyük bir alana, sınırları olmayan küçük bir kasabaya işaret eder desek, herhalde abartmış olmayız. Benim görev yaptığım bina da ana bahçenin içinde olmayan, Vezneciler’e doğru inen yokuşa konumlandırılmış bir ek bina. Bu yazıyı asan sahaf da binamızın bahçe duvarını paylaştığımız, tarihi Bozdoğan Kemerinin bir bölümünün altına denk gelen bir dükkân. Neden bu kadar detaylı anlatıyorum? Bu sahafın rastgele Fatih’te ya da Beyazıt’ta deyip geçebileceğimiz bir yerde olmadığına, İÜ’nün tarif ettiğim anlamıyla Beyazıt Kampüsünün içinde olduğuna işaret etmek için. O bölgenin ne kadar turistik olduğuna ya da içeri girenin Yahudi olup olmadığının nasıl anlaşılacağı, bir Yahudi’nin “aa ben Yahudiyim, o zaman girmeyeyim” mi diyeceği gibi, şakalara konu olabilecek kadar manasız ama hiç de komik olmayan meselelere girmeyeceğim. Daha ziyade, o günden beri aklımda olup yazmak istediğim, İÜ’nün Yahudi hocalarından bahsedeceğim. İÜ’nün yanı başında, onca kitabın arasında yaşayıp, Yahudi bilim insanlarının Türkiye’nin bu en köklü üniversitesine ve dolayısıyla Türkiye’de bilimin gelişmesine ne denli emeklerinin geçtiğini bilmemek şaşırtıcı ve üzücü. Bu vesileyle onları anmış olalım. İÜ’de, doğal olarak, bugün de Yahudi bilim insanları var. Bahsedeceklerimiz, 1930’lu yıllarda Avrupa’dan, en çok da Almanya’dan, faşizm bakısı sebebiyle göç etmek zorunda kalanlar. Ancak 1930’lu yıllara kadar da İÜ’de görev yapan Yahudi bilim insanları vardı. Keza, yurtdışından alanında uzmanlığıyla tanınan bilim insanlarının İÜ’ye davet edilmeleri de o yıllardan önceye dayanır. Örneğin, Sami Dilleri konusunda en büyük uzmanlardan biri olarak bilinen Alman şarkiyatçı Gotthelf Bergsträßer, I. Dünya Savaşı yıllarında İÜ’de çalışmaya başlar. Önceki yazıda değindiğimiz Osmanlı/Türk Yahudi aydınlarından Avram Galanti de, önce Bergsträßer’e tercüman ve yardımcı olarak görevlendirilir; Bergsträßer’in görevi bitince de, onun yerine Tarih-i Akvâm-ı Kadime-i Şarkiyye (Eski Doğu Halkları Tarihi) dersleri vermek üzere Edebiyat Fakültesine önce muallim, sonra müderris olarak atanır.           Atatürk liderliğindeki modernleşme hamlelerine paralel olarak, 1933’te başlatılan Üniversite Reformuyla İstanbul Darülfünunu’nun adı İstanbul Üniversitesi’ne dönüşür. İdari ve akademik olarak bir yenilenme hareketi başlar. 1933 yılının, Almanya’da Hitler’in iktidara geldiği tarih olması, Üniversite Reformunun, Nazizm’den kaçan bilim insanlarını da içerecek şekilde, çok daha fazla sayıda, o günlerin deyimiyle ‘ecnebi profesörler’e kapısını açmasına vesile olur. Reform, aynı zamanda, eski hocaların bir bölümünün tasfiyesi anlamına gelir. Eleştirilere de neden olan bu tasfiye hareketinden sonra, İÜ’deki yabancı bilim insanlarının sayısı, çoğu Hitler rejiminden kaçan Almanlardan oluşmak üzere, bazı kaynaklara göre 100’e yakın, bazı kaynaklara göre 100’den fazla olarak belirtilir. Gelen bilim insanlarının hepsi Yahudi değildir. Bir kısmı Yahudi, bir kısmı Yahudi olmamasına rağmen bir Yahudi’yle evli olanlar, bir kısmı Yahudi olmamalarına rağmen Nazizm’e karşı olduklarını açıkça ifade eden rejim muhalifleridir. Diğer taraftan, bu özellikleri taşıdığı için güvenliği tehdit altında olan her bilim insanı da Türkiye’ye çağrılıyor değildi. Kendi ülkelerinde de profesörlük yapmış, adlarını ülkelerinin dışında da duyurmuş, hatırı sayılır sayıda yayınları olan kişiler seçilir. Romantik bir gözlükle, Nazizm’den kaçan hocalara kucak açan Türkiye ve canla başla Türkiye’yi geliştirmek için uğraşan yabancı bilim insanları çerçevesi çizmek, bazı yayınlarda olduğu gibi, mümkün mü, mümkün. Diğer taraftan gerçekçi bir tarih okuması şunu gösteriyor ki, ne Türkiye tüm Yahudi bilim insanlarını çağırır, ne de gelenlerin tümü Türkiye’yi şükranla bir vatan gibi sahiplenir. Bilhassa anı kitaplarından ve İÜ tarihini anlatan yayınlardan anlıyoruz ki, bu bilim insanları arasında, Türkiye’yi sadece geçici bir sığınak olarak görenler de olur, Türkçe öğrenmek için çaba sarf etmeyenler de, kısa süre kalıp ABD’ye gidenler de... Diğer taraftan yıllar boyunca, Nazizm tehlikesi geçtikten sonra da Türkiye’de kalmaya devam edenler de olur, iyi seviyede Türkçe konuşanlar da. Kısacası, vatanları olan Türkiye’de, İÜ’nün adı Darülfunun olduğu zamanlarda görev yapan Yahudi bilim insanları olduğu gibi, 1933 öncesinde Avrupa’dan gelenler de vardır; tarihsel koşulların etkisiyle, 1933 sonrasında Türkiye’de üniversiteyi geliştirmek üzere davet edilenler de... Kimin ne zaman geldiğinden, ne kadar çalıştığından bağımsız olarak, tarih bize gösteriyor ki, Yahudi bilim insanları bugün Beyazıt’ta bizim yürüdüğümüz yollarda yürümüşler, Bozdoğan Kemeri’nin altından geçmişler, derslere girmişler, yayınlar üretmişler, toplantılara katılmışlar, bildiklerini aktarmışlar. Bugünkü üniversite anlayışımızın temeline kendi harçlarını katmışlar. Bunu hatırladığımda, o kaotik Beyazıt, sanki güzelleşiyor gözümde. Yahudi olan, olmayan, bilim için elini taşın altına koymuş her hocaya minnetle…   
Birkaç hafta önce, sosyal medyada, bir sahafın Türkçe ve İngilizce olarak “Yahudiler giremez” yazısı astığını okumuştuk. Kimi haberlerde yer olarak Fatih, kimi haberlerde Beyazıt yazıyordu.

O civarı bilmeyenler için kısaca anlatayım. İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt Kampüsü, oldukça geniş bir alana yayılmış durumdadır. Meşhur kapısı Beyazıt Meydanına bakar. Beyazıt Meydanından bir koldan Süleymaniye’ye, bir koldan Vezneciler’e doğru giden yolların içinde kalan alanda, İÜ’nün pek çok binası vardır. Ana kapıdan girmeseniz de İÜ’nün farklı fakültelerine ya da merkezlerine ait pek çok binaya, civarı gezerken rastlayabilirsiniz. Kısacası, Beyazıt Kampüsü, ana kapıdan girdiğinizde karşınıza çıkan bahçeden, Rektörlük binasından ve fakültelerden daha büyük bir alana, sınırları olmayan küçük bir kasabaya işaret eder desek, herhalde abartmış olmayız. Benim görev yaptığım bina da ana bahçenin içinde olmayan, Vezneciler’e doğru inen yokuşa konumlandırılmış bir ek bina. Bu yazıyı asan sahaf da binamızın bahçe duvarını paylaştığımız, tarihi Bozdoğan Kemerinin bir bölümünün altına denk gelen bir dükkân. Neden bu kadar detaylı anlatıyorum? Bu sahafın rastgele Fatih’te ya da Beyazıt’ta deyip geçebileceğimiz bir yerde olmadığına, İÜ’nün tarif ettiğim anlamıyla Beyazıt Kampüsünün içinde olduğuna işaret etmek için.

O bölgenin ne kadar turistik olduğuna ya da içeri girenin Yahudi olup olmadığının nasıl anlaşılacağı, bir Yahudi’nin “aa ben Yahudiyim, o zaman girmeyeyim” mi diyeceği gibi, şakalara konu olabilecek kadar manasız ama hiç de komik olmayan meselelere girmeyeceğim. Daha ziyade, o günden beri aklımda olup yazmak istediğim, İÜ’nün Yahudi hocalarından bahsedeceğim. İÜ’nün yanı başında, onca kitabın arasında yaşayıp, Yahudi bilim insanlarının Türkiye’nin bu en köklü üniversitesine ve dolayısıyla Türkiye’de bilimin gelişmesine ne denli emeklerinin geçtiğini bilmemek şaşırtıcı ve üzücü. Bu vesileyle onları anmış olalım.

İÜ’de, doğal olarak, bugün de Yahudi bilim insanları var. Bahsedeceklerimiz, 1930’lu yıllarda Avrupa’dan, en çok da Almanya’dan, faşizm bakısı sebebiyle göç etmek zorunda kalanlar. Ancak 1930’lu yıllara kadar da İÜ’de görev yapan Yahudi bilim insanları vardı. Keza, yurtdışından alanında uzmanlığıyla tanınan bilim insanlarının İÜ’ye davet edilmeleri de o yıllardan önceye dayanır. Örneğin, Sami Dilleri konusunda en büyük uzmanlardan biri olarak bilinen Alman şarkiyatçı Gotthelf Bergsträßer, I. Dünya Savaşı yıllarında İÜ’de çalışmaya başlar. Önceki yazıda değindiğimiz Osmanlı/Türk Yahudi aydınlarından Avram Galanti de, önce Bergsträßer’e tercüman ve yardımcı olarak görevlendirilir; Bergsträßer’in görevi bitince de, onun yerine Tarih-i Akvâm-ı Kadime-i Şarkiyye (Eski Doğu Halkları Tarihi) dersleri vermek üzere Edebiyat Fakültesine önce muallim, sonra müderris olarak atanır.          

Atatürk liderliğindeki modernleşme hamlelerine paralel olarak, 1933’te başlatılan Üniversite Reformuyla İstanbul Darülfünunu’nun adı İstanbul Üniversitesi’ne dönüşür. İdari ve akademik olarak bir yenilenme hareketi başlar. 1933 yılının, Almanya’da Hitler’in iktidara geldiği tarih olması, Üniversite Reformunun, Nazizm’den kaçan bilim insanlarını da içerecek şekilde, çok daha fazla sayıda, o günlerin deyimiyle ‘ecnebi profesörler’e kapısını açmasına vesile olur. Reform, aynı zamanda, eski hocaların bir bölümünün tasfiyesi anlamına gelir. Eleştirilere de neden olan bu tasfiye hareketinden sonra, İÜ’deki yabancı bilim insanlarının sayısı, çoğu Hitler rejiminden kaçan Almanlardan oluşmak üzere, bazı kaynaklara göre 100’e yakın, bazı kaynaklara göre 100’den fazla olarak belirtilir.

Gelen bilim insanlarının hepsi Yahudi değildir. Bir kısmı Yahudi, bir kısmı Yahudi olmamasına rağmen bir Yahudi’yle evli olanlar, bir kısmı Yahudi olmamalarına rağmen Nazizm’e karşı olduklarını açıkça ifade eden rejim muhalifleridir. Diğer taraftan, bu özellikleri taşıdığı için güvenliği tehdit altında olan her bilim insanı da Türkiye’ye çağrılıyor değildi. Kendi ülkelerinde de profesörlük yapmış, adlarını ülkelerinin dışında da duyurmuş, hatırı sayılır sayıda yayınları olan kişiler seçilir.

Romantik bir gözlükle, Nazizm’den kaçan hocalara kucak açan Türkiye ve canla başla Türkiye’yi geliştirmek için uğraşan yabancı bilim insanları çerçevesi çizmek, bazı yayınlarda olduğu gibi, mümkün mü, mümkün. Diğer taraftan gerçekçi bir tarih okuması şunu gösteriyor ki, ne Türkiye tüm Yahudi bilim insanlarını çağırır, ne de gelenlerin tümü Türkiye’yi şükranla bir vatan gibi sahiplenir. Bilhassa anı kitaplarından ve İÜ tarihini anlatan yayınlardan anlıyoruz ki, bu bilim insanları arasında, Türkiye’yi sadece geçici bir sığınak olarak görenler de olur, Türkçe öğrenmek için çaba sarf etmeyenler de, kısa süre kalıp ABD’ye gidenler de... Diğer taraftan yıllar boyunca, Nazizm tehlikesi geçtikten sonra da Türkiye’de kalmaya devam edenler de olur, iyi seviyede Türkçe konuşanlar da.

Kısacası, vatanları olan Türkiye’de, İÜ’nün adı Darülfunun olduğu zamanlarda görev yapan Yahudi bilim insanları olduğu gibi, 1933 öncesinde Avrupa’dan gelenler de vardır; tarihsel koşulların etkisiyle, 1933 sonrasında Türkiye’de üniversiteyi geliştirmek üzere davet edilenler de... Kimin ne zaman geldiğinden, ne kadar çalıştığından bağımsız olarak, tarih bize gösteriyor ki, Yahudi bilim insanları bugün Beyazıt’ta bizim yürüdüğümüz yollarda yürümüşler, Bozdoğan Kemeri’nin altından geçmişler, derslere girmişler, yayınlar üretmişler, toplantılara katılmışlar, bildiklerini aktarmışlar. Bugünkü üniversite anlayışımızın temeline kendi harçlarını katmışlar. Bunu hatırladığımda, o kaotik Beyazıt, sanki güzelleşiyor gözümde. Yahudi olan, olmayan, bilim için elini taşın altına koymuş her hocaya minnetle…   

İstanbul HABERİ

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve seydisehirgundem.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.