Bir virüs istila ettiği bir bedeni öldüresiye sever, mesela Amerika'nın da girip çıktığı, geride bıraktığı bir yerde ot bittiği görülmemiştir. Burjuva ahlakının sevme biçimi kesin olarak bu mudur, diye düşünmüşümdür çoğu zaman, "sevdiğini öldüresiye seveceksin ki, sevdiğin yerde izin kalsın".
Benim sevgi anlayışım diye giriş yapmayı düşünmüştüm oysa, egemen sevgi anlayışının yanında "benin" ne hükmü var ise benimki de o kadar işte. Ben yine de aynı şekilde başlayacağım, benin sevgi anlayışımda sevdiklerim yaşasın isterim, şiir olsun diye yürüdüğü yol günaydınlar dikerim her sabah saksılara. Şiir, sevdiğimin ruhuna değsin, yorgan olsun üstüne geceleri, kanat olsun sabahları uyandığında, umut dolsun ayakkabılarına giyip her çıktığında kapısından. Petol boru hattı, doğal gaz rezervi sahibi falan değil iseniz siz de isteyin, istemelisiniz de.
Mesela, Trump ne zaman ağzını açsa aşağılık virüs diye başlıyor konu Çin'se, Çin de öyle, Çin seddi falan hikaye anlıyor musun.
Bir ülke de, dünyanın merkezinde, hani şu "güneş batmayan ülke” de 700'den fazla insanın en güvenli yerde, evinde öldüğünü hiç bir açıklama açıklayamaz, aklanamaz o ülke, konu salgın bile olsa.
Almanya çok karışmaz öyle her şeye en kaba bakış açısı ile, tank fabrikaları serum takabilir başı sıkıştığında, hastaneleri kurşun dökebilir, bilenler bilir. Fransa hep mi fransız olur, kibar iktidar, kibar yollu bir açlıkla yedeklediği kara Afrika olmasa.
İnsanın inanası gelmiyor, yeryüzü ambarları yiyeceklerle dolu iken insanların açlıktan bir deri bir kemik kaldığına, öldüğüne, bile isteye öldürüldüğüne. Yeryüzünde sular gürül gürül akarken susuzluk yüzünden çocukların derilerinin ip gibi inceldiğine, teninin içine içine çekildiğine inanası gelmiyor. Bütün bunların yokluktan olmadığını adımı bildiğim gibi bilirim.
İnsanın anlaması kolay değildir kuşkusuz, kolayına yaşayanların var olduğu bir dünya da. Anlamamışsa, algısında bir yer bulup oturtmamışsa, ateşten korkar insan, aşktan korkar, kendinden korkar, kendi ellerinden korkar. Yolda yürürken kaldırıma çarptığı ayağının acısını duyumsar, "ben çarptım" der o kaldırıma ayağını, kaldırıma park ettiğinde ceza yazılmasından korkar oysa. Şu gördüğün gökyüzünü delen gökdelenleri de sen yaptın, sen kendi ellerinle diktin buraya, dediğinde oturur ayağının acısını başına, " hayır ben yapmadım" diye diretir, parmak itirazı ile ayaklarına baka baka.
İnanmaz, inandıramaz kendini bir türlü kendi ellerinin gerçekliğine. Gözünün gördüğü, elinin değdiği her bir şeyi kendisinin yaptığını anlatamazsın, inandıramazsın. Çünkü insanlar anlamaktan çok inanmayı seçer, inanırsa anlayabileceğini sanır, sanrı bile olsa bu.
Mesela iktidara övgü düzen bir şairle, virüse sövgü dizen bir şair kıyasıya yarışırlar, rekabet kulvarında, yarışın sonunda hep kronometre sayacını elinde tutan kazanır. Yarış falan hikâye anlıyor musun?
Bu şehir seni ne kadar özlemişse ben seni on kat özledim, diyecektim bu sabah uyandığımda. Ellerimizin çizgilerine sakladığımız o sonsuz geceyi yazacaktım ve kırmızının aklımızı aldığı geceyi anlatacaktım.
Dudağımızda ki arpanın ezilmiş sesinin yankısını, üstümden dökülen Akdeniz'in pullarını
ve hiç susmayan şarkının nakaratını, yokluğunda sınıf tekrarına kalmışım gibi uyandığım sabahları anlatacaktım.
Ve son yaz da evine dönerdi aşıklar, diyecektim, iktidar savaşları, virüs barikatları olmasa.
Oltalayı ıskalayan balıkların sevinciyle bir bardak çay doldurdum kendime diyecektim, ah şu ölümler olmasa.
Bize son yaz mı yok diyecektim sonra.
Gün bitti, diyemedim, bağışla...