Sabiha Sertel, Türkiye Cumhuriyeti’nde hayatını gazetecilikten kazanan ilk kadındı. Bir basın davasında yargılanan ilk gazeteci de o oldu. Adaletsizliğin, baskının, ataerkilliğin, zulmün karşısında durabilmiş; konforlu hayatını kalemi uğruna, gerçekler uğruna feda etmeyi göze almıştı. Nazi lideri Goebbels’in “Eğer bir gün elime geçerse dilini keseceğim” diye tehdit ettiği Sabiha Sertel hep susturulmaya çalışılan, ama asla susturulamayan bir gazeteciydi.
Doğum adıyla Sabiha Nazmi, 1895 yılında Selanik’te doğdu. Babası Nazmi Efendi Selanik gümrüğünde başkâtip, annesi Emine Atiye Hanım ise ev hanımıydı. 6 çocuğun en küçüğüydü Sabiha. 4 abisi ve bir ablası vardı. Dedesi Derviş Ali, Selanik Mevlevihânesi’nde sevilen, sayılan biriydi.
Sabiha geleneklere uyan bir aile içinde yetişse de ailesi İslam’ın bütün kurallarını tatbik etmiyordu. Evde Ladino konuşuluyordu. Bunun nedeni, aile tarihlerinde yatıyordu. Ataları, 17. yüzyıldan itibaren Sabataycılık diye bilinen Kabalacı Yahudilik akımının Kapancılar cemaatindendi. Aile sonradan İslam’ı seçse de kültürel olarak kendilerini muhafaza ediyorlardı. Sabiha Sertel, ilerleyen yıllarda kendisine kimliği üzerinden saldıran ve “dönme” diyen cenaha şu yanıtı verecekti:
Ben bu toprağa, babamın, babasının, babasının kanile bağlı değilim; dilim, kültürüm ve kendi şuurum, kendi hissim, kendi gönlümle bağlıyım. Benim milliyetimi sen değil, bu milletin hukuki, içtimai bir ifadesi olan kanunları tayin eder. Benim bu halka, bu memlekete karşı duyduğum his ve sevgi tayin eder. Benim dilim, kültürüm, benimseyişim tayin eder.
“Kocamın hizmetçisi olmayacağım”
Sabiha Sertel’in hayatını etkileyen en önemli olgulardan biri de babasının aşırı otoriter, patriark biri olmasıdır. Kumar oynayan, 8 kişilik evi geçindiremeyen Nazmi Bey evde sürekli fırtınalar estirir. Annesinin, babasının bir hizmetçisi gibi elinde ibrik ve havluyla banyo kapılarında beklemesi Sabiha’nın tepkisine neden olur.
Bu tepkiye otobiyografisi Roman Gibi’de de yer verir Sertel. Buna göre annesine 8 yaşındayken “Sen babamın hizmetçisi misin” diye sorar ve “Her kadın kocasının hizmetçisidir” yanıtını alır. Sabiha sinirlenip “Ben kocamın hizmetçisi olmayacağım” der. Yıllar sonra otobiyografisinde yer verdiği nadir kişisel olaylardan biridir 1903 yılında geçen bu diyalog.
Sabiha’nın küçük dünyasını alt üst eden olay ise babasının annesini eve geç kalması yüzünden boşaması olur. Olay Sabiha’nın gözleri önünde yaşanır. Kocasının hizmetçisi olduğunu iddia eden Atiye Hanım bu olay sonrasında eşini hiçbir zaman affetmez. Kızı Sabiha’yı da alıp evi terk eder. Sabiha’nın babasıyla ilişkisi de bu yaşlarda kesilir. O ilişki, yerini öfkeye bırakır.
“Bütün emelim meslek sahibi olmaktı”
Sabiha eğitim hayatına 1902 yılında başlar. İlk olarak Selanik Rüştiyesi’ne üç yıl devam eder. Ardından Terakki Mektebi’ne başlar. Burası kendi cemaatinden yaşıtlarının devam ettiği bir okuldur. Okul dışı arkadaşları ve komşuları da kendi cemaatlerindendir. Bu durum Sabiha’nın bu kapalı çevre yapısına karşı tavır almasına neden olur.
Üniversite ve lise düzeyinde eğitim almak isteyen Sabiha bunlara ulaşamayınca arkadaşlarıyla bir okuma grubu kurar. Aralarında para toplayarak o dönem Selanik’te bulunan hocalardan ders alırlar. O günleri Sabiha Sertel şöyle anlatır:
… Daha genç yaşımda, kadınlara üniversite tahsili yapmak mümkün olmayan günlerde, genç arkadaşlarla birlikte “Tefeyyüz Cemiyeti” (İlerleme Derneği) adında bir okuma grubu kurmuştuk. Üç erkek öğretmenden ders alarak tahsilimi geliştirmeye çalışmıştım. Bütün emelim bir meslek sahibi olmaktı.
Meşrutiyet sevincinin yaşandığı günlerin ardından gelen Balkan Savaşları, Sabiha ve ailesini İstanbul’a sürükler. İstanbul, Sabiha’nın hayatıyla ilgili ciddi kararlar alacağı önemli bir durak olacaktır.
Evlilik teklifiyle gelen Paris’te eğitim fırsatı
Sabiha İstanbul’a gelmeden önce yazılarını heyecanla takip ettiği, o dönem Paris’te eğitim gören Mehmet Zekeriya’dan (asıl adı Zikri) bir teklif alır: evlilik teklifi. Sabiha için bu teklif aynı zamanda bir eğitim fırsatıdır. 1913 yılında Paris’te üniversite eğitimi almak Sabiha’yı çok heyecanlandırsa da ailesi evlilik fikrine tamamen karşıdır. Sabiha tanımadığı erkeklerle mektuplaştığı için ayıplanır ve hem ailesinden hem de bu muhitten daha çok bunalır:
Biz Selanikli olmayana kız vermeyiz diye itiraz ettiler. O zaman Selanik’te bir klik zihniyeti hâkimdi…Türklüğe girmiş fakat tamamile temessül etmemiş bir muhitin müşkülleriyle karşılaştım. Fakat benim için klik değil, muhitin ve cemiyetin çerçevesi bile dar geliyordu. Benim yükselmeme mâni olan bu çemberi kırıp daha geniş bir muhitte nefes almak iştahını duydum.
1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle yurda dönen Mehmet Zekeriya, Sabiha ile evlenmek istediğini bir aracı vasıtasıyla tekrar iletir. Sabiha’nın ısrarı ve Selanik’te İttihatçılar’a katılmış olan abisi Celal’in de desteğiyle evlilik fikri sonunda onaylanır. Ama Sabiha’nın annesi damadını bir konuda uyarır: Sabiha’nın yemekten, ev işinden ve dikiş gibi şeylerden anlamadığı söyler. Mehmet Zekeriya’nın yanıtı dönemin erkeğinden beklenmeyecek kadar ilericidir: “Valide hanım, ben kendime hizmetçi aramıyorum, hayat arkadaşı arıyorum.”
Sabiha ve Zekeriya tarih bugün net olarak bilinmese de hızla, 1915 baharında ya da 1916 başında evlenir. İttihat ve Terakki ileri gelenleri evliliği büyük bir memnuniyetle karşılarlar. Onlara göre Osmanlı toplumları bu şekilde kaynaşmaya başlamıştır. Sabiha Hanım’ın nikâh şahidi Talat Paşa olurken Zekeriya Bey’in şahidi Atatürk döneminin ünlü dışişleri bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras’tır. Evliliğin gerçekleştiği dönemse imparatorluk için kritik bir eşiktir. Birinci Dünya Savaşı’nın ve Ermeni Tehciri’nin sonuçları İttihat ve Terakki için de ağır olacaktır.
Babıali’de tek başına bir kadın yayıncı: Büyük Mecmua yılları
Sabiha Nazmi artık dönem usulleri gereğince eşinin adını alır ve adı Sabiha Zekeriya olur. 1917’de kızı Sevim doğduktan sonra eşinin çıkardığı Büyük Mecmua’da bu yeni adla kadın haklarını savunduğu yazılarını yayımlar. Zekeriya Bey 1919 yılında bu dergiyi topluma biraz umut vermek için çıkardığını söylese de çok geçmeden her şey ters gitmeye başlar.
Üst kat komşuları Abdullah Cevdet, Sabiha ve Zekeriya çiftinin evlerinde dönemin yazarlarıyla gizli toplantılar yaptığını iddia eder. Bu yüzden Zekeriya Sertel dönemin ünlü Bekirağa Bölüğü’nde hapsedilir. Eşi hapse girince Sabiha Zekeriya daha gazetecilik kariyerinin başında, 24 yaşında bir genç kadın olarak derginin imtiyazını üzerine alıp Büyük Mecmua’yı tek başına çıkarır.
Yunan ordusunun İzmir’i işgal ettiği o günlerde Sabiha Zekeriya, dergisini simsiyah bir kapakla çıkarır. Amaç bir matem dosyası yapmaktır. Ancak Sansür Kurulu yazılarının birçok yerini sansürler. Sabiha sansürlenen yerleri beyaz bırakarak dönemin Sansür Kurulu’na kafa tutar. Ayrıca bir kadın olarak tek başına bir gazete yönetmesi Babıali’de yerleşik ataerkil düzenin de hoşuna gitmemiştir.
Sabiha Sertel’in bu dönemde sergilediği cesaret ve dirayet, bir romana da ilham verir. Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları’nda yer alan Nermin karakterinde Sabiha Sertel’den esinlenmiştir. Nermin de Sabiha gibi mütareke döneminde eşinin yokluğunda bir dergiyi yönetmeye çalışır.
Bu arada Zekeriya Bey kısa süre sonra hapisten çıkar ama Büyük Mecmua’yı, İtilaf Devletleri’nin işgali altındaki İstanbul’da artan sansür baskısı altında yayımlamak artık mümkün değildir. Dergiyi kapatmak zorunda kalan çift, bir süre ne yapacaklarını düşünürler. Halide Edip onlara hayatlarında bir daha karşılaşamayacakları büyük bir teklifle gelir: New York’ta burslu olarak üniversite okuma fırsatı.
ABD yılları: “Cins bilincinin yanında bir sınıf bilinci olduğunu öğrendim”
Çift bu teklifi hemen kabul edip üniversite eğitimi almak üzere Amerika’ya gider. Sabiha Hanım, New York Barnard Kolej’de önce lise eğitimini tamamlar. Ülkeye yeni gelenler için tasarlanan gece okullarına ve İngilizce özel derslerine devam ederler. Ardından Columbia Üniversitesi’nde Sosyoloji dersleri almaya başlar. Marx ve Kautsky gibi düşünürlerin eserleriyle bu dönemde tanışır. Özellikle Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eseri ve August Bebel’den “Kadın ve Sosyalizm” kitabı Sabiha Sertel üzerinde hayat boyu sürecek bir etki yaratır:
Bu kitapları okuduktan sonra kafam altüst oldu. Ufkum değişti. “Cins bilincinin” yanında bir de “sınıf bilinci” olduğunu öğrendim. Engels, Marx insanlar arasındaki ilişkileri, tezatları, birleşme ve çarpışmaları “cins açısından” değil, üretim ilişkileri, sınıflar arasındaki menfaat birleşmeleri, çarpışmaları açısından görüyordu. Toplumdaki olayları diyalektik bir metotla inceliyorlardı. Kadın ve Sosyalizm kitabı hayatımda etki yapan bir kitap oldu. Bundan sonra sosyalizme ait eserleri büyük bir ilgiyle okudum. Marx, Engels, Kautsky’nin eserleri; Jack London, Upton Sinclair’in romanları, bana toplum ilişkilerini, tanımadığım bir fikir alemini tanıttı.
Sabiha Zekeriya Columbia Üniversitesi’nde sosyoloji okurken bir yandan da bu kuramları pratik olarak uygulayabildiği Sosyal İş Mektebi’ne devam eder. Bu okuldaki hocalarının teşvikiyle, öğrendiklerini uygulamak için Türk Teavün (Yardımlaşma) Cemiyeti’ni ABD’de kurar. ABD’deki Türk toplumu önceleri bu derneğe pek yanaşmak istemez. Ancak dernek, New York’taki Türkler’in Müslüman mezarlığı talebini bir iki görüşmeyle halledince Sabiha Zekeriya güven ve prestij kazanır.
Dönemin ilk lobicilik faaliyetlerinden sayılabilecek olan bu dernek, Birinci Dünya Savaşı’nda yetim kalmış çocuklar için ABD’de yaklaşık 100 bin dolar toplayıp Çocuk Esirgeme Kurumu’na aktarır. Sabiha Hanım sosyolog kimliğinin yanında Türkiye’den çıkan ilk sosyal hizmetler uzmanı olurken eşi Zekeriya ise dünyanın ilk gazetecilik yüksekokulu sayılan Columbia Üniversitesi’nde eğitimine devam eder ve New York Times’ta Kurtuluş Savaşı’ndaki Türkiye’den gelişmeleri bildiren yazıları yayımlanır.
İkinci kızları Yıldız’ın 1922’deki doğumundan yaklaşık bir yıl sonra çift ülkelerine, yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ne döner.
Türkiye’de hakkında basın davası açılan ilk gazeteci
Sabiha Hanım eşiyle birlikte Ankara’ya gidip yeni kurulan ülkesine faydalı işler yapmak ister. Ancak kimsesiz çocuklar için geliştirdiği proje ve hazırladığı raporları Latife Hanım geri çevirir.
Sabiha Hanım ve Zekeriya Bey İstanbul’a döner ve 1924’te Cumhuriyet gazetesinin kurulmasına katkı verir. Zekeriya Bey bir yandan da Türkiye’de eşi benzeri görülmemiş bir dergi kurar: Resimli Ay. Sabiha Sertel bu derginin amacını ve yayın politikasını şu sözlerle açıklar:
Resimli Ay, Milli Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kurulması tasarlanan Yeni Türkiye’de sosyal problemleri ele almak, Saltanat devrinin Cumhuriyet’e miras bıraktığı ekonomik, sosyal, kültürel bozuklukları su üstüne çıkarmak, bunlara çare olmak amacıyla çıkmıştı.
Bu dönemde Sabiha Hanım ilk kez bir yazısı nedeniyle mahkemelik olur. Cumhuriyet gazetesindeki “Bir fazla tabak sofrayı dağ gibi ezdi” başlıklı yazısı nedeniyle hakkında dava açılır.
Tevfik Fikret’in bir dizesinden gelen bu başlık Sabiha Zekeriya’nın başını epey ağrıtır. Cumhuriyet rejimini tehdit etmek ve sınıflar arasına nifak sokmakla suçlanan Sabiha Hanım, Türkiye’nin ilk basın davasından beraat eder. Fakat eşinin başı daha büyük bir beladadır. Resimli Ay dergisine görseller ve yazılar hazırlayan Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın “Asker Kaçakları Nasıl Asılır” başlıklı yazısı Ankara’nın tepkisini çekmiştir.
Aslında Cevat Şakir yazıda İttihat ve Terakki dönemindeki hapis günlerini anlatır ama yazı Ankara’da tepki çeker. Derginin imtiyaz sahibi olarak Zekeriya Bey ve yazı sahibi olarak da Cevat Şakir, kendilerini İstiklal Mahkemesi’nin karşısında bulur. İşin ucunda idam vardır. Zekeriya Bey hapiste gözyaşlarını tutamazken kaldıkları odada Cevat Şakir, Dante’nin Cehennem’ini okumaktadır.
“Sabiha, ağlamanın sırası değil; hayattaki güçlükleri azmin ve iradenle yeneceksin”
Eşi bir kez daha hapse girmiş ve Sabiha Hanım yine bir derginin yöneticiliğini üstlenmek zorunda kalmıştır. Bu kez bakması gereken iki çocuğu da vardır. Ne yapacağını bilemez. Otobiyografisinde o günleri şöyle anlatıyor:
Başımı iki elimin arasına alıyor, sessiz sessiz ağlıyorum. Sabaha kadar gözüme uyku girmiyor. Sabah kalkınca kendimi azarlıyorum: “Sabiha ağlamanın sırası değil. Hayattaki güçlükleri azmin ve iradenle yeneceksin.
Abisinin “Ben size bakarım” sözüne dirayetle karşı çıkan Sabiha, Resimli Ay’ı tek başına çıkarmaya çalışır. Bu arada Zekeriya Bey idam cezasından kurtulup Sinop’a, Cevat Şakir ise “Halikarnas Balıkçısı” olacağı Bodrum’a sürülür.
Sabiha Hanım abisinin deyişiyle “Babıali kurtlarının” içinde yaşam kavgası verir. Kimdi bu kurtlar? Meslea biri, muhasebe hesaplarını kimseye göstermeyen dergideki ortağı Suudi Bey, diğeri emniyette çalışan ve dergiye ortak olmak isteyen eşinin uzaktan akrabası Salih Bey…
Salih Bey bir gün tabancasını Sabiha’nın göğsüne dayayıp “Eğer beni ortak etmezseniz, bu tabancayı başında patlatırım” diye kadını tehdit eder. Sabiha Hanım bir yandan da Suudi Bey’i mahkemeye vermek zorunda kalır. Resimli Ay, ortaklar arası anlaşmazlık nedeniyle bir ara “Sevimli Ay” adıyla yayımlanır. Kadının baskı yapmasını, sayfa bağlamasını hayretler içinde karşılayan diğer Babıali kurtları, özellikle matbaa sahipleri ve mürettipler de Sabiha Hanım’ı bunaltır. Otobiyografisinde bu dönemden bir anısını şöyle naklediyor:
Benim yazıları getirdiğimi görünce hayretle yüzüme baktı:
“Bu yazıları siz mi bağlayacaksınız?”
“Evet.”
“Bir yaşıma daha girdim, kadın hiç sayfa bağlar mı?”
Cevap vermiyorum. Mizanpajı gösteriyorum.
Bir gün abisi Sabiha’ya, “Ben sana, bu kurtlar seni yerler dememiş miydim?” diye sorar. Yanıtı ise nettir: “Evet, demiştin. Fakat ben başladığım işe devam etmeliydim.”
Sabiha Hanım’ın bu devam etme azmi sayesinde Sevimli Ay da Resimli Ay kadar çok satan, önemli bir yayın hâline getirir. Bu arada Zekeriya Bey cezasının yarısını çekip afla ailesine kavuşur. İsmin kullanım yasağı da kalkınca çift yeniden Resimli Ay’ı çıkarmaya başlar.
Resimli Ay dergisi neden kapandı
O dönemde genç bir şair giderek ünleniyordu. Zekeriya Bey bir gün masada o şairin “Makinalaşmak İstiyorum” adlı şiirini okudu. Sabiha Hanım sevmedi bu şiiri. Genç şair ertesi gün dergiye geldi ve bir başka şiirini bizzat okudu: “Dalga bir dağdır / Kayık bir geyik / Dalga bir kuyu / Kayık bir kova / Çıkıyor kayık / İniyor kayık / Devrilen / Bir atın / Sırtından inip / Şahlanan / Bir ata / Biniyor kayık”
Sabiha Hanım çok etkilendi ve Nâzım Hikmet o günden sonra Resimli Ay için çalışmaya başladı. Onun arkadaşları ve çevresi de Nâzım’ın peşi sıra dergiye katıldı. Sabahattin Ali, Peyami Safa, Suat Derviş, Sadri Ertem, Kerim Sadi…
Böylece dergi, sol aydınların toplaştığı bir mecra oldu. Bu dönemde kârlılığın azalması ise Sabiha Hanım ve Zekeriya Bey’in ortaklarının hoşnutsuzluğuna neden oluyordu. Ortaklar polis baskısını bahane etse de asıl dertleri paraydı. Sonunda diğer ortaklar bir açıklama yapıp derginin gereksiz konularla uğraştığını iddia ettiler ve yazarların işine son verdiler.
Sabiha ve Zekeriya çifti ise ortakların kendilerinden habersiz yaptıkları bu girişime misilleme olarak son bir sayı daha çıkarıp anlaşmazlığı yargıya taşıdılar. Resimli Ay dava sürecinde, 1931 yılına kapandı. Nâzım’ın 35 yıl sürecek olan dostluğu bu dergiden yadigâr kaldı.
40 yıl sonra mümkün olacak bir feminizmi savundu
Resimli Ay’ın kapanması maddi olarak Zekeriya ve Sabiha çiftini etkilemedi. Çünkü zaten Zekeriya Bey, 1930 yılından itibaren Son Posta isimli bir günlük gazete çıkarıyordu.
Maddi olmasa da Sabiha Hanım başka türlü zorluklarla boğuşuyordu. Zekeriya Bey’in Son Posta’daki ortakları Sabiha Hanım’ı istemiyordu. Çünkü “Sabiha Zekeriya” imzasıyla ne yayımlansa ya bir soruşturma açılıyor ya da Ankara’dan ikaz üstüne ikaz geliyordu.
Sabiha Hanım gazetede yazı yazamayınca kitap çevirmeye başladı. ABD’de üniversite okurken okuyup etkilendiği Kautsky’nin Sınıf Kavgası (1934), August Bebel’in Kadın ve Sosyalizm (1935) ve Adoratski’nin Diyalektik Materyalizm (1936) adlı eserleri bu dönemde yaptığı çevirilerden bazıları.
Bu düşünsel altyapı, Sabiha Sertel’i döneminin sol cenahından farklılaştırır. O sadece sosyalist görüşlere sahip değildi, aynı zamanda feminizmi savunuyordu. Dile getirdiği eşitlik talebi döneminin çok ilerisindeydi. “Birinci Dalga Feminizm” döneminde Sabiha Sertel, ‘İkinci Dalga Feminizm’in ortaya atacağı tartışmaları 40 yıl öncesinden Türk okurunun önüne çıkarıyordu.
“Asri kadının istiklaline aşık olan kadın”
Doç. Dr. Aynur Soydan Erdemir, Sabiha Zekeriya için asri kadının istiklaline aşık olan kadın olduğunu söylüyor. “Asri kadın” ekonomik olarak bağımsızlığını kazanmış kadındı. Sabiha Sertel kadınların sadece kendi haklarını savunmalarının yetmeyeceğini, kadın-erkek bütün sömürülen unsurların birleşmesi ve hakları için mücadele etmesi gerektiğini de ifade ediyordu.
Gazeteden uzaklaştırıldığı günlerde Sabiha Hanım 1930 yerel seçimlerinde belediye meclisine girmek için bağımsız aday oldu. Yine bu dönemde, sahip olduğu pratik sosyoloji eğitimine güvenerek ve sosyal hizmet uzmanı olması sebebiyle Kadıköy’de bir çocuk yuvası açtı. Teoride iyi duran bu fikir pratikte pek işlemedi. Kızı Yıldız Sertel, annesinin bu deneyimindeki başarısızlığını şöyle anlatır:
Annemin tatlılıkla, iknayla disiplin metodu bize söküyordu çünkü bizi öyle yetiştirmişti. Ama değişik ailelerden gelen, sıkı disiplinlere hatta köteğe alışkın çocuklara bu metodu uygulamak zordu. Bu da bir deneme olmuştu annem için.
Bu arada eşi Zekeriya Bey bir kez daha hapse girdi. Şeker Fabrikası’nda yaşan yolsuzlukları haberleştirince Sultanahmet Cezaevi’ne atıldı. Buna göre bir bakan, fabrikanın sahibiyle ortak olup dışarıdan 36 kuruşa getirdiği şekeri 70 kuruşa satıyordu.
Zekeriya Bey bir buçuk yıl daha hapis yatarken onun bıraktığı işler yine Sabiha Hanım’a kaldı. Sabiha Hanım bu dönemde eşinin yarım bıraktığı 10 ciltlik Hayat Ansiklopedisi’ni tamamlamaya çalıştı. Bu eser, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk genel ansiklopedisiydi.
Sertel soyadı, sert yazıların simgesi
Sabiha ve Zekeriya çifti, 1934 yılında ilgili kanun çıkarılınca kendilerine “Sertel” soyadını seçti. Bu seçim, ortak kararlarıydı. İkisi de yazardı ve kalem tutan ellerinden oldukça sert yazılar çıkıyordu.
Sabiha Sertel bu arada basında eksikliğini hissettiği, aylık kuramsal bir dergi çıkarmaya karar verdi. Mart 1936 yılında çıkan dergi “Mebus Bayanlar Niçin Susuyorsunuz” yazısı sebebiyle toplatıldı. Ardından “muzır neşriyat” (zararlı yayın) sayıldığından geçici olarak kapatıldı ve bir daha da yayımlanmadı.
Dönemin içişleri bakanı Şükrü Kaya yeniden yazmaya başlayan ve her satırıyla başka bir tartışma yaratan Sabiha Sertel’i çağırıp ona milletvekilliği teklif etti: “Bana bak, [Başbakan] Celal Bayar bu derginin ne dergisi olduğunu bilmez. Bu fikirleri bırak, senin Polis Müdürlüğü’ndeki dosyaların tavana ulaştı. Sen memleketin kıymetli bir yazarısın. Seni mebus yaparız. Fikirlerinden daha iyi faydalanırız.”
Sabiha Sertel bu sözlere karşılık şunları söyledi: “Bana inançlarımı mebuslukla değişmemi mi teklif ediyorsunuz? Teşekkür ederim. Allahaısmarladık.”
Goebbels: Bir gün elime geçerse dilini keseceğim
Zekeriya Sertel, Halil Lütfü Dördüncü ve Ahmet Emin Yalman 1936’da Tan gazetesini satın aldı. Bu dönemde Tan, her türlü görüşe yer veren bir gazete oldu.
Atatürk’ün hastalığının kamuoyundan gizlendiği bir dönemde Yalman bir yazısında bu bilgiyi paylaşınca Ankara’dan gelen baskılarla Tan’daki ortaklığından çekildi. Gazete, idari işlerden sorumlu Halil Lütfü Dördüncü ile yazı işlerinden sorumlu Zekeriya Sertel’e kaldı.
İkinci Dünya Savaşı yaklaşırken Sabiha Sertel de Tan’da “Görüşler” adlı köşeyi yazıyordu. Naziler’in İstanbul’da fonladığı gazetelerde Türkiye’nin Almanya’nın yanında savaşa girmesi yönünde propaganda yapılıp Adolf Hitler savunulurken Sabiha Sertel yazılarında buna şiddetle karşı çıkıyordu.
Otobiyografisine göre bu dönemde Sabiha Sertel’i ölümle tehdit edenler arasında Nazilerin propagandadan sorumlu bakanı Joseph Goebbels de vardı. Sabiha Sertel o günleri şöyle aktarıyor:
Bu sıralarda İstanbul’a gelen bir Alman kadın gazeteci, beni matbaada görmeye geldi. Bana faşizmin uzun methiyelerini yaptıktan sonra şöyle dedi: “Sizin yazılarınız Almanya’da çok fena akisler yapıyor. Goebbels’in size selamı var. Eğer bir gün elime geçerse dilini keseceğim diyor.” Ben de efendisine selam söylemesini, dilimi keseceği güne kadar faşizmle mücadele edeceğimi söylemiştim.
Sabiha Sertel o tehditten sonra da susmaz, dediklerini yapar. Örneğin Çekoslovakya’nın Nazi Almanyası tarafından işgali sonrasında yaklaşık 900 Yahudi’nin Parita isimli bir gemiyle kaçıp Ege Denizi’nde mahsur kalmasını yazılarına konu eder. Türkiye’nin gıda ve yakıt stoku tükenmiş bu gemiye yardım etmemesini “Herhangi bir kana, herhangi bir milliyete sahip olmak, insan denen bir mahlûkun yüz karası değildir” sözleriyle eleştirir.
Türkiye İkinci Dünya Savaşı sırasında resmen bir denge politikası yürütse de, bunun iç siyasete yansımasında eşitsizlikler kendisini gösterir; baskı ve sansür farklı yöntemlerle sürer. Gayrimüslimlere yönelik Varlık Vergisi bu dönemde çıkarılır. Sabiha Sertel’in ailesi uzun zaman önce Müslüman olsa da bu ağır vergiye tâbi tutulur. Abisi Celal Deriş, Aşkale’deki çalışma kampına gönderilmemek için sahip olduğu iş hanını devlete verir.
“Ben kendi kendime hürriyet ilan ettim”
Ankara, Sabiha Sertel’in yazılarının Almanya ile ilişkileri gerginleştirip dış politikaya zarar verdiğini iddia ederken bir yandan da dönemin önde gelen siyasetçilerini eleştiren sert üslubu nedeniyle Tan’daki yazıları doğrudan hükûmet tarafından birkaç kez yasaklanır. Sabiha Sertel bu dönemde gündelik olayları kendisi için yorumlamaya devam eder ve hiç yayımlanmayacak yazılarıyla üç defter doldurur:
Hızla giderken raydan çıkan tren gibiydim. Ne kadar söyleyeceklerim vardı. Ne kadar savunacağım, sosyal, ekonomik, politik konular vardı. Ben artık bunların hiçbirinden söz açamazdım. Büyükçe bir defter aldım. Düşündüklerimi bu deftere yazacaktım. Defterin başına Nâzım Hikmet’in Jakond ile Si-Ya-U eserinde yazdığı şu mısrayı aldım: “Ben karar verdim, bugünden itibaren bir hatıra defteri tutmaya.” Sayfanın başında da şu cümleler vardı. “Ben kendi kendime hürriyet ilan ettim. Hiçbir baskıdan korkmuyorum. Olayları günü gününe izleyecek ve bu deftere yazacağım.”
İkinci Dünya Savaşı biterken iktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) içindeki muhalefetten umutlanan Sabiha Sertel bir siyasi dergi çıkarmaya karar verir. Ancak Görüşler adındaki bu dergiye gösterilen okur ilgisi ve özellikle Sabiha Sertel’in “Zincirli Hürriyet” başlıklı yazısı bir kez daha iktidarın şimşeklerini çeker.
“Kalkın Ey Ehli Vatan” provokasyonu ve Tan Matbaası baskını
4 Aralık 1945’te, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Tanin gazetesinde yayımlanan “Kalkın Ey Ehli Vatan” yazısıyla galeyana gelen binlerce kişi, Tan gazetesinin ve Görüşler dergisinin basıldığı Tan Matbaası ile yine Babıali’de sol görüşlü kitaplar sattığı iddia edilen bir kitabevini basıp tahrip eder. Serteller artık kendi evlerinde de duramaz. Hayatları tehlikededir. Gözü dönmüş kalabalığın kendi canlarına kastedebileceğini düşünürler.
O dönem İstanbul Üniversitesi’nde hukuk fakültesinde okuyan Hıfız Topuz o günü şöyle anlatıyor:
Fakülteyi asıyordum zaman zaman. Yine gitmediğim bir gündü. Beyoğlu’na çıktım. 4 Aralık günü, öğleyin. Bir de baktım, böyle bir güruh geliyor. Baktım, üniversiteliler. Kahrolsun Serteller, kahrolsun komünistler! Yaşasın İnönü diye bağıra bağıra geliyorlar (…) Abideye çıktı bunlardan birisi. “Biz yeni dünya istemiyoruz. Bize eski dünyamız yeter” diye bağırıyordu.
Tan baskınına katılan hiç kimse yargılanmadı. Serteller ise baskından 45 gün sonra tutuklandı ve 114 gün Sultanahmet Cezaevi’nde hapsedildi. Gazetecilik yapamayan, hem ekonomik özgürlüklerini hem kişisel özgürlüklerini yitiren Serteller yıllarca pasaport almaya çalıştıktan sonra sonunda 9 Eylül 1950’de Türkiye’yi terk edip Paris’e gitti.
Sabiha Sertel’in sürgün yılları: “Vatan mahzun, ben mahzun”
Sabiha Sertel, ailesi ile çıktığı bu yolculukta birçok durağa uğradı. Paris’e varışlarından kısa bir süre sonra sırasıyla Roma, Budapeşte, Prag, Leipzig ve Bakü’ye gittiler. Budapeşte Radyosu’nda uzun süre çalıştıktan sonra Nâzım’ın çabalarıyla Leipzig’de kurulan Bizim Radyo’da yayıncılık yaptılar.
Zekeriya Sertel’in hiçbir siyasi bağı olmasa da eşi Sabiha’nın Türkiye Komünist Partisi (TKP) ile ilişkisi vardı. Fakat 1960 sonrasında Türkiye’de yaşanan siyasal gelişmeler ile Sabiha Sertel’in eleştirel tutumu partiden uzaklaştırılmasıyla son buldu. Hem kendisine hem de eşi Zekeriya’ya bağlanan 120 rublelik emekli maaşıyla hayatlarını Bakü’de sürdürdüler. Kesin olmasa da bu emekli maaşının bağlanmasında da Nâzım’ın rol oynadığı düşünülüyor.
Sabiha Sertel, ömrünün neredeyse tamamında ya eşinin çalışma odasında ya da mutfakta yemek masasının üzerinde yazdı yazılarını. Ölene kadar bir tane çalışma masası oldu, o da Bakü’de…
Doğum adıyla Sabiha Nazmi, evlendikten sonra Sabiha Zekeriya ve Soyadı Kanunu ertesinde Sabiha Sertel, 2 Eylül 1968’de Bakü’de akciğer kanserinden öldüğünde 73 yaşındaydı. Eşi Zekeriya Sertel, mezar taşına Namık Kemal’den “Vatan Mahzun Ben Mahzun” dizesinin yazılmasını istedi. Ama doğum tarihi bile yanlış yazıldı mezar taşına. Uğruna sürgünleri, hapisleri, karalamaları göze aldığı ülkesine defnedilemedi.
Torunu Atiye O’Brien yıllar sonra aile köklerini keşfetmeye çalıştığında Türkiye’de iki kuzeni ile tanıştı. İki kuzeni de aile büyüklerinden “Sen de Sabiha gibisin” sözünü çok işittiklerini söylerler. Atiye O’Brien ise anneannesi için yapılan “Fikre Artık Yeter Tahakkümünüz” isimli konferansta şu sözleri söyler: “Sabiha, ‘hanım hanımcık’ biri değildi. Bizim dilimizde anneannem gibi gözü pek devrimciler için bir deyiş vardır: Hanım hanımcık kızlar, tarihi değiştiremezler.”