2011 yılının Nisan ayından bir ay sonra Türkiye halkı yeni bir durumla karşı karşıya kaldı ve gün be gün kalmaya devam ediyoruz.
Mülteci.
Göçmen.
Sığınmacı.
Yahut diğer sıkca kullanılan şekliyle Suriyeli…
BM’nin hazırladığı raporuna göre Suriye’den toplam 4.837.208 kişi kayıtlı olarak ülkeden göç etmiş durumda.
Mülteci sayısında ilk sırada bulunan Türkiye’de kayıtlı mülteci sayısı 2.749.140 kişi olduğu kayıtlara geçmiş bulunuyor.
BM Yüksek Komiseri, Antonio Guterres, Telegraph gazetesine verdiği bir demeçte; ’’Yaklaşık 20 yıl önceki Ruanda Soykırımından bu yana bu kadar korkutucu seviyede artan bir mülteci akımıyla karşılaşmadık’’ diyerek Suriyeli sığınmacı sorununun ve hametini ortaya koymuştur.
Evet sayıları böylece vermek kolay.
Ancak savaşın, savaşların bir de öteki yüzü var.
Yerinden , yurdundan edilen insanların iç burkan yaşamları.
Kayıp bir nesil…
Ancak insanların dilinden düşmeyen , vay efendim neden vatanlarında kalıp savaşmıyorlar bunlar ?”
Savaşın ortasında, nasıl olup ta bu insanlar savaşı unutup sevişmeyi unutmuyorlar.
Yeri , yurdu olmayan bu insanlar nerde nasıl birlikte oluyorlar , anlamıyorum.
Hadi sevişmeyi unutmuyorlar , geleceğini göremediği bir hayata neden çocuk doğuruyorlar ?
Vs.
Soruları çoğaltmak mümkün.
Daha kaba , argo , ağzı alınmayacak olanları bilerek yazmıyorum, çünkü ben kullanamıyorum.
Türkiye'de doğan Suriyeli bebeklerin sayısının 152 bin civarında ve/veya üstünde olması da bunu doğrular nitelikte.
Ki sadece bu durum özelde Suriye savaşı , savaşlar sonrası gördüğümüz bir durum mu ?
Hayır , tabi ki de değil.
Büyük felaketler sonrası da doğum oranın yükselmesi gibi bir durum var ortada.
Depremler, buhranlar , açlık , darbeler vb. sonrasında bile böylesi bir olgu ile karşı karşıya kalıyoruz.
Afrika da onca açlık varken insanlar hala neden çocuk doğurmaya devam ederler mesela ?
Peki neden insanlar böylesi durumlarda , böylesi bir yaşamın içine çocuk yapmayı sürdürür ?
Ahmet Kaya’nın “şehirlere bombalar yağardı her gece , biz seninle sevişirdik” şarkısının gerçekliği nereye oturur ?
İnsanlar ölüme yaklaştıkça ölmek istemezler.
Korku !
Ölüm anı’na yaklaşan insanın vücudunun da ki oksijenin azalmasıyla birlikte , o bedenin kıvranışını nasıl tarif edebilirim inanın bilmiyorum.
Gözlerinde ki korkuyu , saldırganlığını , son bir güç ile çevresinde ki bir şeylere tutunma ,yaşama tutunma gücünü,
Duvarları sağır eden dehşeti nasıl anlatabilirim.
Yüzüne bakamazsınız …
Bakmak istemezsiniz…
Gözlerinden korkarsınız…
Geçen gün doğumunu gerçekleştirdiğim , 24 gün boyunca dağlarda saklanarak hayatta kalmaya çalışan kadının gözlerinde ki anlamsızlığın, ifadesizliğin, yani o ifadenin gözümün önünden gitmesine imkan yok.
İnsan, güvenlik ve adaletin olmadığı yerde bile bile dünyaya nasıl bir can daha getirebilir ki ?
Çocuk doğurmak ve onu büyütmek, saksıda çiçek yetiştirmek gibi kolay değilken üstelik.
Değil mi ?
Ama maalesef öyle değil.
Bilinçaltı kodlarımız diyor ki ;
"Hayatta kal ve bir sonraki nesli oluştur, çoğal, üre !"
İnsanlar özellikle zor şartlar altında bunu içgüdüsel olarak yapıyorlar.
Bu elbette ki bilinçli değil.
Bilinçaltınız içgüdülerinizi harekete geçiriyor ve sizi üremeye ikna ediyor.
Savaş insanları “hayvanileştiriyor”.
Hepsi bu.