Aynı Göğü Kınaladık Göğsümüze!
Bir kentin havasına, suyuna, toprağına nasıl bakarsan o da öyle mi bakar sana?
Gözleri mesela, kör kuşları, sakat kanatları ve solan göğüyle ölümcül bakmaz mı yüzünüze?
Ya elleri…
Tutun ellerini, nereye götürmek isterse oraya götürmez mi sizi?
Ayakları yalın mı? Markalı mı atıyor adımlarını her sabah?
Yürümenin sözü mü olur karanlığın gözünde?
Bakın hele.
‘Beklemenin felsefe kitabı’ misali hep bir şeyler bekledik, bir şeyler bekliyoruz değil mi?
Sorun hele;
Caddesiyle, sokağıyla, evleriyle bir kent ne bekler sizden?
Kendi ellerinizle inşa ettiğiniz kentler ne bekler diye sorun kendinize.
Yahut siz ne bekliyorsunuz bir kentten?
Kalbine kalbinizi dayamadan bakın bakalım yüzüne, bakabiliyor musunuz?
Ve gün
Ve güneş
Ve çıplak ay
Ve yıldız süsüyle gecenin günahı
Ve minarenin metalik sesinde ki tanrı…
Işıklar boyu
Karanlıklar boyu
Ve odalar boyu
Ne kadar fazla ve ne kadar eksiğiz.
Sen benim uzak coğrafyam
Aynada ki yüzüm.
Düşümde ki masal
Masal da Anka’nın kanat sesi
Aşk’ı zaman
Uyan
Ve düşür ateşini yeryüzüme.
Bak!
Düşlerinden vuruluyor sevemediğimiz çocuklar!
Gün dünde eskiyen fotoğraf
Siyah beyaz mihengi
Zamanın kalbinde ki mabet
Ahlarda yutkunan ibadet
Dudağın kenarında ki dua
Terinin kiri
Ellerinin lekesi
Yılgı yenilgi
Görme beni.
Görme sesimi duyuramayan çığlık
Ve döngüsünde ki yeryüzü
Uyan!
Uyandır bizi.