Çerçeveler de asılı kalmış fotoğraflara
uzun uzun yeniden baktım bu gün.
Yüzler belli belirsiz, seçilmiyorlar.
yaşadıkça eskitmişiz o fotoğrafları ,
eskimişiz anlıyor musun ?
Bazen durup geçmişe bakmak gerek.
Önce karanlık diplere…
Ayın belasına, yıldızın kuyruğuna, ipe astığımız hayale bir kibrit çakmak gerek.
Saplanan o kör bıçağı çıkarmak gerek kanar diye korkmadan.
Yaşadık… Yaşayamadık.
Geçti… Geçmedi.
Gitti… Gitmedi.
Demdi… Denizdi.
Kaplumbağanın gözünün içindeki kum tanesiydi.
Bir martının kanat sesiydi avucumuzda sımsıkı tuttuğumuz, unuttuğumuz.
Belki bir sabahtı, belki bir akşam.
Tam gecenin üçüydü… Dördüydü… Beşiydi.
Mahallenin güne bakan yüze düşen, yüzünün leşiydi.
Turuncu elbiselerimiz ayakkabılarımızın süsüydü belki, pamuk şekerine boyanmış bilye tanelerinin sesiydi sesimiz.
Beyaz atlı prens hiç geçmedi belki sokağımızdan; elleri ceplerinde, çakıl taşlı kırmızı çamur abiler köşe başlarının, köşe taşlarının nefesiydi.
Yol araba sesiydi.
Gecekondunun gece konduğunu gördü kalbimiz, tuğladan.
Baykuşun ötüşünü bölen jandarma dipçiğinin sesiydi.
Bölünen ekmeğin, emeğin ötesiydi.
Elbette mükemmel değildik hiç birimiz, çünkü hayal gücünü midesine cukkalamış göbeklilerden değildik biz…
Elbette sorunsuz değildik hiç birimiz, çünkü bir ölü ile muhatap etmek istemezdik sizi biz….
Geçmiş, adı üstünde geçmiş işte… Geleceğe bakalım biz, geleceğe…
Gökyüzüne bakın,
iyi bakın
kızıl şafaklara
okyanuslara,
deniz deniz
mavi mavi bakın.
ellerinizle
gözlerinizle
ayaklarınızla bakın.
Baktıkça yaklaşırız yıldızlara.