Ünlü Hipokrat Andı şöyle biter: “Vegrorum arcana visa, auidita intellecta nemo eliminet.” Anlamı şudur: “Etrafımda olup bitenleri, görüp işittiklerimi bir sır olarak saklayacağım ve kimseye açmayacağım.” Doktor-hasta ilişkisinin mahremiyetini güvence altına almak üzere ettirilen bu yemin, bu ahlâki özünü yitireli ve kapitalist dünyanın doktorları tarafından çöpe atılalı uzun yıllar oluyor. Ve bugün olsa olsa, kapitalizmin yürüttüğü insanlık dışı ilaç ve tıp deneylerine katılan doktorlar tarafından şu şekilde kullanılıyor: “İnsan sağlığını koruma maskesi altında gerçekleştirilen pis işleri, daha fazla kâr uğruna döndürülen dolapları, bu uğurda yüz binlerce insanın katledildiğini bir sır olarak saklayacağım!”
Evet, kapitalist dünyada “bilimsel araştırma” adı altında her gün binlerce insan, bilmedikleri kimyasallara maruz kalıyor, yeni geliştirilmekte olan ve yan etkileri bilinmeyen ilaçların denendiği kobaylara dönüştürülüyor. Ruhunu sermayeye satmış sözde bilim adamlarıysa bu gerçekleri bir sır gibi saklamaya ant içmiş durumdalar. Kapitalizm dozu öylesine kaçırmış durumda ki, biyolojik silah denemelerinden tutun da radyoaktif maddelerin insanlar üzerindeki etkilerine kadar pek çok konudaki araştırmalar, akıl almaz bir fütursuzlukla, milyonlarca insanın yaşadığı koca şehirler üzerinde yapılıyor.
Büyük ilaç tekellerinin laboratuvarlarında, istihbarat dairelerinin ve savunma bakanlıklarının işbirliğiyle yürütülen bu faaliyetler, çoğunlukla gizlice yapıldığından, ortaya çıkarılmaları ve teşhir edilmeleri de son derece zor. Bildiklerimiz, tesadüfen ortaya çıkanlarla ya da ciddi sayıda insanın ölümüyle sonuçlanan denemelerin mahkemelik olanlarıyla sınırlı. Bu durumda bile, suyun başını tutmuş olan Amerikan Gıda ve İlaç Dairesinin (FDA) ve Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) açıkladıklarıyla yetinmek zorundayız. Çünkü çoğu durumda her iki kurum da tekellerin maaşlı adamlarıyla dolu olduğundan, “ticari sır” gerekçesiyle ellerindeki bilgileri vermekten imtina ediyor. Deneyleri gerçekleştirenlerin açıklama yapması da yüklü tazminat tehditleriyle önlenmiş durumda. Dolayısıyla, yaşananların son derece az bir kısmı dışarı yansıyor. Ancak bu kadarı bile gözünü kâr hırsı bürümüş kapitalistlerin milyonlarca insanın hayatını nasıl da hiçe saydıklarını ve bu işi, dozunu daha da arttırarak devam ettirdiklerini görmemize yetiyor.
Kapitalizmin “ölüm melekleri” işbaşında
Bilimsel çalışmaların deneyler yapılmaksızın ilerlemesi düşünülemez. Özellikle tıp söz konusu olduğunda, denemelerin bir kısmının insanlar üzerinde yapılması da eski çağlardan beri süregelen bir olgudur. Ancak bu gerçeklik ya da zorunluluk –ki bilimin ilerlemesiyle aşılması mümkün bir durumdur– ilaç tekellerinin ve kapitalist devletlerin işlediği insanlık suçlarını ortadan kaldırmamaktadır. Çünkü bahsettiğimiz konu, bir bilim insanının, örneğin kanser hastalığına çare olacak bir ilacı gönüllü kanser hastaları üzerinde denemesi türünden bir şey değildir. 20 milyonluk bir megapol olan New York gibi bir şehir üzerine gönderilen bakteri yüklü bulutlardan ve farkında olmadan hastalanan milyonlarca insandan bahsediyoruz. Yani konu, çoktan beridir, bilimsel etik tartışmalarının ötesine geçmiş ve geniş kitlelerin yaşamını doğrudan ilgilendiren bir boyut kazanmıştır.
20. yüzyıla gelininceye kadar, bilim insanları bu tür deneyleri çoğunlukla kendi üzerlerinde yaparlar, yetmediği ve deneyin riskli olduğu durumlarda da, ya gönüllüleri ya savaş esirlerini yahut köleleri kullanırlardı. Kuşkusuz gönüllülerin haricinde, insanların sırf köle veya savaş esiri oldukları için kullanılması da insanlık dışıydı. Ancak yine de bu tür deneyler, geniş kitleleri tehdit edecek boyutlarda bir risk taşımıyorlardı. Oysa üretici güçlerin gelişimine paralel olarak bilimsel ilerlemenin korkunç bir ivme kazandığı 20. yüzyıldan itibaren söz konusu olan, bilim insanlarının kendileri veya birkaç kişi üzerinde yaptıkları basit deneyler değil, ulusötesi ilaç tekellerinin milyarlarca dolar harcayarak fonladığı, binlerce araştırmacının çalıştığı ve yüzbinlerce insanın da denek olarak kullanıldığı faaliyetlerdir. Tıbbi deneyler ve ilaç denemeleri, bugün hacmi milyarlarca dolar eden bir sektör haline gelmiştir. Hal böyle olunca da, çoktan beridir kapitalizmin emri altına girmiş olan araştırmacılar, insani değerleri ve bilimsel etiği bir kenara bırakarak akıl almaz deneyler yapmaktan çekinmiyorlar.
Tıbbi deneylerin yaygınlaşmasının ve insanların kalabalık gruplar halinde denek olarak kullanılmaya başlamasının tarihini 1900’lü yılların başlarına kadar götürmek mümkündür. Bu yıllarda, geçmişte birer doğal afet olarak görülen ve tek kurtuluş yolu olarak tanrının merhametine sığınılan veba, verem, çiçek hastalığı, çocuk felci, sıtma, tifüs gibi salgın hastalıklara karşı etkili ilaçların geliştirilmeye başlanmasıyla ilaç tekellerine büyük kâr kapıları açılmış oluyordu. Bu salgın hastalıkların telef ettiği ordularını kurtarmak için ilaç tekellerine büyük paralar ödemeye hazır olan kapitalist devletlerin de desteğiyle, daha kalabalık insan grupları üzerinde tıbbi deneyler yapılmaya başlandı. ABD’de, Filipinli mahkûmlara “malarya ve kolera”, Küba’daki İspanyol göçmenlere “sarıhumma”, sivil hastaların bulunduğu hastanelerde insanlara “frengi” mikrobu verilerek testler yapılıyor, devlet hapishanelerindeki tutuklular üzerinde organ nakli denemeleri yapılıyordu. Tüm bu denemelerde, denek olarak kullanılacak kişiler tamamen “habersiz ve gönülsüz”düler. Çoğu zaman kendilerine ya hiçbir açıklama yapılmıyor ya da deneyler zorla yapılıyordu. Ve tüm bu tıbbi deneylerin amacı, ilaç tekellerinin söz konusu hastalıklara ilişkin ilaçları bir an önce geliştirip satışa sunabilmeleriydi. Elde edilecek tatlı kârların yanında, birkaç bin mahkûmun ya da göçmenin hayatının ne önemi olabilirdi ki?!
Aynı dönemde Anadolu’da da benzer şeyler yapılıyordu. 1914-1915 yıllarında baş gösteren ve orduyu kırıma uğratan tifüs salgınına çare bulmak için İttihatçı paşalar, ordudaki ve Doğu Karadeniz bölgesindeki Ermeniler üzerinde tıbbi deneyler yapılmasını emrettiler. Çalışmalar, bizzat İttihatçı asker-hekimler tarafından yürütülecekti. Özellikle Trabzon ve Erzincan gibi yörelerde, ordu birlikleri içinden ve yöre halkından derlenen Ermeni gruplar üzerinde deneyler yapıldı. Neler olup bittiğinden habersiz bu insanlara, kendilerine koruyucu aşı yapıldığı söylenerek gerçekte aktif halde tifüs mikrobu verildi ve hastalığın seyri incelenerek araştırmalar yapıldı. Bu insanların binlercesi öldü ve cesetleri maden kuyularına atıldı. Resmi kayıtlarda yer alan rakamlar bile 4-5 bin gibi sayılarla ifade edilmektedir ki, gerçek sayının çok daha fazla olduğu kesindir. Hatta denemelerin işe yaradığı düşünülerek bir süre sonra İstanbul gibi büyük şehirlerdeki hastanelerde çalışan Ermeni doktorlar, eczacılar ve öğrenciler üzerinde de denemelere devam edildi. Vücutlarına mikrop aşılanan bu insanların öleceği bilindiğinden, çoğu zaman şehir dışına çıkarılarak ölüme terk edildiler veya Trabzon’da olduğu gibi kayıklarla götürülüp Karadenizin karanlık sularına atılarak boğuldular. (M. Ali Çelebi, “Anadolu’da Ermeni Soykırımı”, Özgür Gündem, 26 Nisan 2007)
30’lu yıllara gelindiğinde ise dünya faşizmin ve silahlanmanın yükselişine tanık oluyordu. Bu yüzden, emperyalist hegemonya yarışında başa geçmeye hazırlanan ABD’de de, daha 1930’lardan itibaren insan varlığını hiçe sayan deneyler yapılmaya başlanmıştı. 1931’de Biyolojik Silah Tesislerini kuran Amerikan ordusu, buradaki askerlere ve bölgedeki hastanelerde yatan sivil hastalara kanser hücreleri aşılıyor, vücutlarına radyoaktif maddeler veriyordu. 7 bine yakın insan, haber verilmeksizin bu deneylerde kobay olarak kullanıldılar. Tamamına yakını ilerleyen yıllarda kanserden öldü ve çoğunun çocukları da kansere yakalandı. Birkaç yıl sonra ise, Kamu Sağlığı Ajansının müdürü, yaklaşık 20 yıl boyunca milyonlarca insanın ölümüne yol açmış olan “pelagra” (vitaminsizlikten kaynaklanan bir hastalık) hastalığının sebeplerini bildiklerini, ancak ölümler genel olarak halkın yoksul ve siyahî kesiminde gerçekleştiğinden harekete geçmediklerini itiraf etti. Bu tüyler ürperten açıklamayı yapan ajans müdürü son derece soğukkanlıydı. Çünkü çalıştığı ajans burjuva devletin bir kurumuydu ve ilaç tekelleri tarafından fonlanıyordu. Ve yoksul insanlara ilaç satarak pek de kâr elde edemeyeceğini düşünen ilaç tekellerinin bu hastalık üstünde araştırma yapmaya ihtiyaç duymamasında, ona göre bir terslik yoktu! Burjuvazinin bu zihniyeti, bugün de zerre kadar değişmiş değildir.
Kuşkusuz bu insanlık dışı deneyler bile, daha sonraki yıllarda Alman ve Japon faşizminin toplama kamplarında yapacağı denemelerin yanında küçük çaplı kalacaktı. Emperyalist-kapitalist sistemin kanlı sopası olan faşizm, her alanda olduğu gibi sözde bilimsel amaçlarla yapılan tıbbi denemelerde de ilaç tekellerinin ve kapitalist devletlerin önünde yeni bir çığır açmıştır. Japonların ünlü 731. Birim’inin ve Almanların doktor Mengele gibi faşistlerinin başını çektiği ekipler, toplama kamplarındaki insanlara, “bilimsel araştırma” adı altında insan aklının ve vicdanının almayacağı işkenceleri yapmışlardır. Bu vahşi deneylerin detaylarını anlatmaya gerek yok. Ancak şu kadarını söyleyebiliriz ki, sadece Nazi kamplarında 400 bine yakın insan bu deneylerde hayatını yitirdi. Bu insanların vücutlarına sayısız hastalığın mikropları veriliyor, hiçbir anestezi yapılmadan canlı canlı uzuvları kesiliyor, kobay olarak seçilen yetişkinler ve çocuklar üzerinde insan vücudunun acıya veya soğuğa ne kadar dayandığını ölçmeye dönük testler yapılıyor, kalıtımla ilgili denemelere tâbi tutuluyorlardı.
Faşist kasaplar toplama kamplarında bu vahşeti olanca hızıyla sürdürürken, günümüzün “saygın” ilaç firmalarından Bayer gibi tekeller de bu kanlı oyundaki yerlerini almayı ihmal etmemişlerdir. O dönemde BASF ve Höchst kimya devleriyle birlikte IG Farben kartelinin bir parçası olan Bayer firması, Auschwitz toplama kampının yakınlarında bir üretim tesisine sahipti. Bu tesiste, toplama kampından getirilen 25 bine yakın insan ölümüne çalıştırılıyor ve en fazla 3-4 ay sonra da gaz odalarına gönderiliyorlardı. Üstelik gaz odalarında kullanılan Zyklon-B zehiri de bu tesislerde, birkaç ay sonra aynı gazla katledilecek insanlar tarafından üretiliyordu. Bayer firması, Auschwitz’de görev yapan “ölüm meleği” Mengele’nin çalışmalarını denetliyor ve yönlendiriyor, deneylerden elde edilen bilgileri de kendisine saklıyordu. Yani faşizmin her türlü canavarlığı gibi, bu deneyler de aslında kapitalist tekellere verilen hizmetten başka bir şey değildi. Zaten bu örnek, Bayer tekelinin ilk icraatı da sayılmazdı. Firma asıl çıkışını, I. Dünya Savaşı esnasında Alman ve ABD ordularına kimyasal silahlar ve gazlar üreterek yapmıştı. Bu silahların hepsi de I. Dünya Savaşında kullanıldılar ve yüz binlerce insanın ölümüne yol açtılar. Bayer tekelinin bu icraatları halen de devam etmektedir. Bünyesindeki üst düzey yönetim kademelerinde uzun yıllar boyunca Nazi döneminden kalma savaş suçlusu faşistleri çalıştıran bu tekelin sicili oldukça kabarıktır. Listede, aşırı kârını korumak için AIDS hastalarına ucuz ilaç üretilmesini engellemek, tekel konumunu kullanarak haksız yere fiyatları şişirmek, henüz deneme aşamasında olan ilaçları ve genleri değiştirilmiş gıda ürünlerini etkileri konusunda yeterli araştırma yapmadan piyasaya sürerek insanların hayatını tehlikeye atmak, zehirli atıkları çevreye boşaltmak gibi pek çok insanlık suçu bulunuyor.
Pek tabii ki Bayer tekeli tek örnek değildir. Her ne kadar ikiyüzlü bir şekilde inkâr etseler de, başta ABD olmak üzere tüm emperyalist devletlerin ve ilaç tekellerinin, özellikle Alman faşizminin deneyimlerinden sonuna kadar yararlandıkları bir gerçektir. Bu haydut sürüsünün, faşizmin katlettiği milyonlarca insanın ardından döktükleri sadece timsah gözyaşlarıdır. Faşist katillerin bir kısmını göstermelik olarak Nürnberg gibi uluslararası mahkemelerde ve tiyatrovari duruşmalarda yargılarlarken, birçoğunu da gizlice ülkelerine almış ve çeşitli projelerde kullanmışlardır. Dönemin generallerinden Eisenhower, bu faşist savaş suçlularına, projelerde yer almaları karşılığında dokunulmazlık vermiştir. Toplama kamplarında yapılan araştırmaların sonuçlarını büyük bir titizlikle toplayan Amerikalılar, bilindiği kadarıyla 3 binden fazla savaş suçlusunu da yürütecekleri gizli projelerde kullanmışlardır. Bu deney ve araştırmalar, biyolojik silah denemelerinden, radyoaktif maddelerin insan üzerindeki etkilerine, “zihin kontrol deneyleri”nden nükleer silah projelerine kadar pek çok alanı kapsıyordu. Alman faşizminin açtığı yoldan ilerleyen kapitalist devletler ve ilaç tekelleri, çok daha kalabalık kitleleri kobay olarak kullanarak, sözde insanlığın yararını düşünerek yaptıkları bilimsel araştırmalarına devam ettiler. Artık bizzat toplumun kendisi kapitalizmin deneme tahtasına dönüştürülecekti.
1940’lı yıllara gelindiğinde, nükleer silahlarla ilgili çalışmalar hız kazandığından, bu alandaki denemeler de artmıştı. Yaklaşık 10 yıl boyunca, Amerikan ordusunda yer alan askerlerden sivillere değin binlerce insan tamamen habersiz olarak denemelere tâbi tutuldular. Bunların bir kısmı, bizzat bu araştırmalarda görev almış bilim insanlarıydılar. Vücutlarına plütonyum, florid, uranyum gibi maddeler enjekte ediliyor ve etkileri gözleniyordu. Üstelik uygulanan dozlar, insan bünyesinin kaldırabileceğinin kat kat üstündeydi. Bu maddeler merkezi sinir sisteminin çökmesine ve kansere yol açıyorlardı. Kobay olarak kullanılanlar arasında, savaş gazilerinin yattığı hastanelerin sakinleri de vardı. 40’lı yılların sonuna doğruysa burjuva devlet gemi iyice azıya almıştı. Nükleer silah denemelerinin yapıldığı bölgelerdeki insanlar kasıtlı olarak tahliye edilmiyor ve patlamaların insanlar üzerindeki etkileri anlaşılmaya çalışılıyordu.
1950 yılından itibaren ise, biyolojik silah denemeleri kapsamında, hastalığa neden olan bakteri ve virüslerin kullanıldığı açık hava deneyleri bizzat ABD başkanının gizli emriyle başlatılacaktı. Aynı yıl Amerikan savaş gemileri, San Francisco kentine bakteriden oluşan bulutlar püskürttüler. Şehirdeki hemen herkes zatürree benzeri belirtiler gösteren hastalıklara yakalandı. O zamanlar şehrin nüfusu 750 bin civarındaydı. 1953 yılında benzer deneyler, New York dâhil 8 şehir üzerinde daha yapıldı. Şehirlerin üzerine “çinko kadmiyum sülfür” gazıyla yüklü bulutlar salındı. Şehirlerde yaşayan binlerce insan, nedenini anlayamadıkları bir şekilde çeşitli virütik hastalıklara yakalanıyor ve kendilerini kamu sağlığı görevlisi olarak tanıtan askeri doktorlar tarafından gözlemleniyorlardı. Biyolojik silahların etkilerini ölçmek için yapılan bu deneylerin yanı sıra, ordunun biyolojik silahları kullanma becerisini ölçmek için de çeşitli deneyler gerçekleştiriliyordu. Bu kapsamda, büyük bir bölgeyi kapsayan Florida’daki Tampa Körfezine gaz yüklü bulutlar gönderiliyor, sıtma mikrobu taşıyan sivrisinekler bölgeye salınarak, halk üstündeki etkileri ölçülmeye çalışılıyordu. 1966 yılında, ABD ordusu tarafından New York metrosuna “Bacillus subtilis” mikrobu verildi. Ordunun bakteriyle dolu ampulleri havalandırma ızgaralarına atması sonucunda bir milyonun üzerinde insan bu mikroplu havayı soludu!
1967 yılında başlayan ve biyolojik-kimyasal silahların denenmesini amaçlayan bir proje kapsamında çok daha spesifik denemelere girişen Amerikan ordusu, “insanın bağışıklık sistemine saldıran ve hiçbir ilaçla tedavi edilemeyen sentetik bir virüs geliştirme” çalışmalarına başladı. Hedeflenen şey, AIDS benzeri ve özellikle de belli etnik grupları hedef alan virüsler geliştirmekti. AIDS’li ve kanserli hücreler üzerinde araştırmalar yapılarak, bu hastalığa yol açan organizmalar daha da geliştirilmeye çalışılıyordu. Devletin gizli yürüttüğü bu faaliyetler zamanla o kadar ayyuka çıktı ki, 1977 yılında senatoda yapılan bir oturumda 1949-69 yılları arasında 239 yerleşim bölgesinin biyolojik ve kimyasal silahlarla zehirlendiği doğrulandı. Bu bölgeler arasında başkent Washington bile vardı. Ancak burjuva devlet hiçbir şey olmamış gibi faaliyetlerine devam etti. New York, Los Angeles ve San Francisco kentlerinde deneysel “Hepatit B” aşılaması çalışmalarına başlandı. Doğal olarak (!) insanlara ne tür bir tehlikeyle karşı karşıya oldukları açıklanmıyordu. Özellikle eşcinsel erkeklerin tercih edildiği bu deneyler yoluyla, binlerce insana AIDS hastalığı bulaştığı ise yıllar sonra ortaya çıkacaktı.
90’lı yıllardan sonra ise, artan kamuoyu baskısı yüzünden, işlediği bu suçları itiraf etmek zorunda kalan ABD emperyalizmi, artık bu tür çalışmalar yapmayacağını açıkladı. Oysa ABD gerçekte bu işi daha gizli ve usturuplu yöntemlerle yapmayı, devlet kurumlarını işin içinden çekerek paravan kuruluşlarla ilaç tekellerinin ortaklığında ve ABD’nin dışında, örneğin Afrika, Hindistan gibi yerlerde denemelere devam etmeyi düşünüyordu. Böylece hem kirli işlerini kamuoyunun gözünden uzaklarda yapmış olacak, hem de suçların açığa çıkması durumunda topu bu paravan kuruluşların üzerine atabilecekti.
Bu tür denemelerin sadece ABD’de yapıldığını düşünmek elbette saflık olur. Diğer emperyalist-kapitalist ülkelerin yanı sıra, Bayer vb. gibi ilaç tekelleri de işlenen insanlık suçlarının birer ortağıdırlar. Hepsinin sicili benzer fiillerle doludur. İşin başını çeken Dünya Sağlık Örgütünün öncülüğünde ve çoğu zaman da yardım ve hibe kuruluşları kılığında, dünyanın Afrika ve Asya gibi geri kalmış bölgelerinde faaliyet yürüten ilaç tekelleri, yüz binlerce insanı araştırmalarında kobay olarak kullanıyorlar. Tıpkı Nazilerin siyasi tutukluları ve “aşağı ırkları” kullanması gibi, modern dünyanın “ölüm melekleri” de yoksul halkları ve korunmasız insan gruplarını bu deneylerde kullanıyor.
İnsan mıyız, kobay mı?
İster emperyalist metropollerde olsun ister Afrika’nın yoksul bölgelerinde, bu tür deneyler için seçilen insan gruplarının ortak özellikleri, burjuvazinin bu konuda da son derece siyasi ve sınıfsal tercihler yaptığını göstermektedir. Dünyanın her yerinde denekler, mahkûmlardan (özellikle siyasi mahkûmlardan), akıl hastalarından, kimsesizlerden ve sokak çocuklarından, göçmenlerden ve yoksullardan seçilmektedir. İlaç tekellerinin hizmetindeki soysuzlaşmış “bilim insanları”, avukatlar, hukukçular ve bürokratlar ordusu deneylerin “gönüllü” denekler üzerinde yapıldığını ve bilimsel ilerleme için bu denemelerin şart olduğunu söyleseler de gerçeklik değişmiyor. Çünkü kapitalizmin yarattığı eşitsiz sistemde, yoksulluktan ve sefaletten kırılan milyarlarca insan varolduğu sürece, ilaç tekelleri birkaç yüz dolar karşılığında “gönüllü” hale gelecek kobaylar bulmakta hiçbir zorluk çekmemektedir. Ayrıca ilaç tekellerinin yaptığı deneylerin çoğu ne “haberli ve gönüllü”dür, ne de “bilimsel araştırmaların” kalabalık insan grupları üzerinde yapılmasının bilimsel gerekliliklerle bir alakası vardır. Asıl sebep, yüksek maliyetli test safhalarını kısaltmak uğruna, ilaçların laboratuvar ortamlarında yeterince denenmeden piyasaya sürülebilmesidir.
İlaç tekelleri, işlerini sessiz sedasız yürütebilmek için türlü siyasi ve hukuki mekanizmaların yanı sıra, her türlü ideolojik propaganda aracını da büyük maharetle kullanmaktadırlar. Bu tekeller denemelerinin büyük bir kısmını Afrika halkları üzerinde gerçekleştirdiklerinden, medyada da Afrika kıtası sürekli olarak ölümcül ve tedavisi olmayan hastalıkların kaynağı olarak gösterilmektedir. Dünya çapında sayısı elli milyona yaklaşan bir insan kitlesini pençesine almış olan AIDS hastalığının hikâyesi, bu duruma güzel bir örnektir. Bu hastalık, Orta Afrika’daki bir araştırma laboratuvarında çocuk felci hastalığına karşı aşı geliştirme çalışmaları esnasında ortaya çıkmasına rağmen, ilaç tekelleri ve burjuva medya yıllarca hastalığın kaynağı olarak eşcinselleri ve Afrikalı “ilkel zencilerin” maymunlarla iç içe yaşamalarını ve hatta onlarla cinsel ilişkiye girmelerini gerekçe gösterdiler. Bu akıl almaz iftiranın ırkçı boyutu bir tarafa, laboratuvarın bulunduğu bölgedeki binlerce çocuk denek olarak kullanıldığından, hastalık kısa sürede Afrika kıtasının tamamına yayıldı. Ancak şimdi de, büyük bir ikiyüzlülük ve gaddarlıkla, kendi ürettikleri hastalığın pençesinde kıvranan Afrikalı yoksullara ucuza ilaç vermeyi reddediyorlar. Yılda 600 dolara kadar düşürebilecekleri ilaç kürünü, 15 bin dolardan, yiyecek ekmek bulamayan insanların önüne sürüyorlar. İlaç tekellerinin bunu yapabilmesine şaşmamak gerekir, çünkü kapitalizmin bu konudaki mantığı basittir: paran yoksa öl!
Aynı ilaç tekelleri, üretecekleri, dolayısıyla yatırım yapacakları ilacı seçerken de aynı güdüyle yani daha fazla kâr elde etme hırsıyla hareket etmektedirler. AIDS gibi, kanser gibi tedavisi pahalı hastalıklara yönelik ilaç üretmek her zaman daha kârlı olduğundan, onyıllar önce tedavisi bulunmuş basit hastalıklar yüzünden yüzbinlerce insan hayatını kaybediyor. Örneğin Ortaçağın hastalığı olarak bilinen verem tekrar hortladığı ve üstelik tüm dünyada milyonlarca insanı tehdit ettiği halde, bu hastalığa yakalanan kesimler yoksullardan oluştuğu için, ilaç tekelleri mevcut ilaçlara direnç kazanmış hastalığı durdurmak yönünde hiçbir şey yapmıyorlar. İşçi ve emekçilerin vergileriyle beslenen devletler ise olup biteni izlemekle ve yoksul halklara “iyi beslenin” türünden bayat tavsiyeler vermekle yetiniyorlar. Oysa onların “iyi beslenin” diyerek adeta hakaret ettiği bu insanların 1,5 milyarlık bir kısmı günde 1-2 doların altında bir parayla hayatta kalmaya çalışıyor. Çoğu için içme suyu elde etmek bile son derece zahmetli bir uğraşı gerektiriyor. Bu gerçekler apaçık ortadayken, ilaç tekellerinin tepesindeki burjuvalar ve onların emrindeki devlet bürokratları yoksul halkları tıbbi araştırmalarda kobay olarak kullanabilmek üzere yeni yol ve yöntemler araştırmakla meşguller.
Kâr getirecek hastalıklar yetmediğinde de, ilaç tekelleri için yeni yeni hastalıklar icat etmek işten bile değildir. Biyolojik silah araştırmalarında elde edilen sentetik virüslerin bir kısmının, etkisi düşürülerek kullanıldığı ve çeşitli yollarla insanlar arasında yayıldığı, sonrasında da ilaç tekellerinin bu hastalıklara yönelik ilaçları ciddi kârlarla sattığı iddiaları hiç de yabana atılır cinsten değildir. Son yıllarda ardı arkası kesilmeyen grip salgınlarının arkasında böylesi denemelerin yatmadığını kim bilebilir? Neredeyse hiçbir ciddi denetim altında olmadan çalışan tekeller, çoğu kez de dolaylı yollardan hepimizi birer denek olarak kullanmaktalar. Ruhsat alınmadan önce yapılması gereken testler, maliyetli olduğu gerekçesiyle geçiştirilip ilaçlar apar topar piyasaya sürülüyor ve sonra da yüzbinlerle belki de milyonlarla ifade edilebilecek sayıda insan ilacı kullanmak suretiyle aslında denek işlevi görmüş oluyor. Piyasaya sürüldükten birkaç yıl sonra binlerce insanın ölümü ve/veya hastalanması üzerine piyasadan çekilen sayısız ilacın varlığı, bu durumun ispatıdır. Üstelik yasaklanan bu ilaçlar rahatlıkla başka ülkelerde satışa sunulabiliyor. Zaten çoğu durumda da ruhsatı veren devlet birimleri, deneme safhasında sorunlar çıkmış olmasına rağmen ilaca onay vermekten çekinmiyorlar. Tüm bunlar Dünya Sağlık Örgütü ve ulusal makamlar tarafından gayet iyi bilindiği halde bir şey yapılmaması ise, kapitalist sistemin insan hayatına ve sağlığına verdiği değerin göstergesidir.
Durum Türkiye’de de farklı değildir. İlaç deneylerinin yapılmasını onaylayan yasa 1993’te çıkmış olmasına rağmen, birçok paravan kuruluşun öteden beri bu tür faaliyetlere el altından devam ettiği bilinen bir gerçekliktir. Ancak birçok alanda olduğu gibi, bu alanda da en büyük atılımı AKP hükümeti gerçekleştirmiş ve ilaç tekellerine hem prosedür açısından gerekli kolaylığı sağlamış hem de bu konudaki denetimini en alt seviyeye indirerek, üniversite hastanelerinin kendi oluşturdukları “etik kurul”lar vasıtasıyla bu tür deneyleri yapmasının önünü açmıştır. 2005 yılında TCK’da yapılan bir değişiklikle çocuklar üzerinde tıbbi deneyler yapılması önündeki engelleri de kaldıran AKP’nin bu atılımı kısa sürede sonuç vermiş ve başta Erciyes Üniversitesi olmak üzere pek çok üniversite hastanesi, bünyesinde “İyi Klinik Uygulama Merkezi” oluşturarak ilaç tekelleriyle işbirliği içinde deneylere başlamıştır. Böylece Türkiye’nin yoksulları da 150 dolar karşılığında kendilerini ve çocuklarını, ilaç tekellerinin elde edeceği muazzam kârlar uğruna kobaylaştırma olanağına kavuşmuşlardır! Bugünlerde ise, ilaç araştırmalarına ilişkin yönetmelikte, bu tür deneylerin özel hastanelerde ve hamileler üzerinde de gerçekleştirilebilmesinin önünü açan değişiklikler yapılması gündemdedir. Böylece Türkiye, kendi ülkelerinde yasal engeller yüzünden sıkıntı yaşayan ilaç tekellerinin yeni kobay sahası haline getirilmek istenmektedir.
Ancak bu tür uygulamalar AKP dönemiyle başlamış değildir kuşkusuz. Ondan çok önce de, insanlar üzerinde canice deneyler yapmak konusunda birikimi bulunan burjuva devletin faaliyetleri mevcuttur. Cuntacı generaller, 12 Eylül faşizminin karanlık günlerinde bu tecrübelerden bol bol faydalanmıştır. Dönemin hapishanelerinde görev yapan işkenceci doktorlar, bir insanın falakaya ne kadar dayanabildiğinin, ortalama kaç cop vurulması gerektiğinin “ihtisasını” devrimci tutsaklar üzerinde yapmışlardır. Aynı dönemde, ABD’de henüz ruhsatı alınmamış ilaçlar yine devrimci tutsaklar üzerinde denenmiştir. Devrimci tutsaklara uygulanan işkence ve “rehabilitasyon” –bilincini teslim alma– programlarının hazırlanması ise Turan İtil’in başında bulunduğu CIA patentli Hafize Zehra İtil Vakfı tarafından gerçekleştirilmiştir. 12 Eylül’ün faşist rejimiyle sıkı ilişkileri bulunan vakfın yönlendirmesiyle, binlerce devrimci tutsak üzerinde Nazileri aratmayacak gaddarlıkta deneyler yapılmıştır. ABD’de 50’li yıllardan beri üzerinde çalışılan “zihin kontrol deneyleri”nden elde edilen sonuçlar, Türkiyeli devrimciler üzerinde de denenerek, burjuva devletin “bilimsel” işkence araştırmalarına katkıda bulunulmuştur.
Kapitalizmi tekrar tekrar denemeye gerek yok!
İnsanlığı deneme tahtasına çevirmiş olan ilaç tekellerinin ve kapitalist devletlerin bu icraatları, bilimsel çevrelerde de uzun zamandır tartışma konusudur. Birçok akademisyen ve bilim adamı, çeşitli “etik” tartışmalar yürütmek suretiyle, insan hayatını ve sağlığını hiçe sayan bu pervasızlığa “çare bulmaya” çalışıyorlar! Dünya Sağlık Örgütünün de kabul ettiği Helsinki Bildirgesi bu konudaki temel metin konumundadır. Bu bildirgeye göre, denek olarak kullanılacak insanın hayatı ve sağlığı bir bütün olarak önemsenmeli, tıbbi araştırmada hedeflenen yarar deneğin üstleneceği risklerden fazla olmalı, denek araştırmaya gönüllü olarak katılmalı ve her konuda yeterince bilgilendirilmiş olmalı, ayrıca deneyin sonuçları olumlu ve olumsuz yanlarıyla birlikte ve araştırmanın fon kaynaklarını, kurumsal bağlantılarını içerecek biçimde yayınlanmalıdır vs. vs.
Oysa en fazla “iyi niyetli” olarak nitelendirebileceğimiz bu türden “etik” kuralların, gerçek hayatta hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Çünkü konu “etik” bir mesele olmaktan çok uzaktır. Toplumsal boyut kazandığı andan itibaren sınıfsal bir gözle değerlendirilmeye muhtaçtır. Öncelikle kavranması gereken nokta, ne ilaç tekellerinin ne de kapitalist devletlerin insani ve etik değerlere zerre kadar önem vermediğidir. Bunun en bariz kanıtı, bizzat Dünya Sağlık Örgütünün kendisinin tekellere bağlı bir kuruluş olması ve bu tür insanlık dışı deneylerin yürütümüne öncülük etmesidir. Dolayısıyla aslında ilaç tekellerinin maaşlı elemanı konumunda bulunan uzmanların hazırladığı bildirgeden de, yapacağı denetimlerden de hiçbir şey çıkmayacağı açıktır. İlaç tekelleri için önemli olan kârdır, onlar için “insan hayatının ve sağlığının” değeri de bu kâra yapacağı katkı kadardır.
Araştırmalarda hedeflenen, yararın riskten fazla olması ilkesinin de gerçek hayatta bir karşılığı yoktur. İlaç tekelleri toplumsal yararı değil kendi kârlarını düşünürken, riske katlananlar hastalar ya da para karşılığında denek olan yoksul insanlar olmaktadır. Bunca yoksulluğun içinde karın tokluğuna her türlü riski üstlenecek “kobay” bulmak zor olmayacağından, “gönüllülük” ilkesinin anlamsızlığı üzerinde de fazlaca durmaya gerek yoktur. Bilgilendirme ise, belki de en çok istismar edilen kriterdir. Hiçbir ilaç tekeli, işine gelmeyen bilgiyi vermeye yanaşmaz. Aksine emrindeki muazzam propaganda ve medya araçlarıyla her türlü dezenformasyonu yapmaktan geri durmayacaktır. En basitinden, kullandığımız ilaçların prospektüslerinin üzerindeki bilgilerin yeterliliği veya bunları kaçımızın okuyup anlayabildiği ortadadır.
Dolayısıyla kapitalizm altındaki pek çok sorunda olduğu gibi bunda da meseleyi “etik” yaklaşımlarla veya burjuva hukukuyla çözmenin imkânı yoktur. Çünkü etiği de hukuku da oluşturan ve uygulayan onların emrindeki uzmanlar ve bürokratlardır. Kapitalizmin mantığını anlayamayan ve gerçekliğini göremeyen “iyi niyetli” aptallar için bu tür çabalar anlamlı olabilir. Ancak kapitalizm geçen her saniye insanlığı yokoluşa doğru bir adım daha yaklaştırıyor. İlaç tekellerinin ve kapitalist devletlerin bu konudaki sicili ortadadır. Geçmişte yaptıkları, gelecekte yapacaklarının teminatıdır. Geçmiştekilerden çok daha canice ve zalimce denemeleri, toplumun çok daha geniş kesimlerini işin içine katarak yapmaya devam edeceklerdir. Bu yüzden de kapitalizmi tekrar tekrar denemeye gerek yoktur. Ama tüm bu yaşananlar da gösteriyor ki, örgütsüz kaldığı ve mücadele etmediği sürece, işçi-emekçi sınıflar, kapitalizmin “kobay faresi” olmaktan kurtulamayacaklar.