Osmanlı devletinde halifelik meselesi ve İslam dünyasından algılanışı
Yaygın bir rivayete göre halifelik, I. Selim’in (Yavuz) Mısır Seferi ile birlikte Osmanlı hanedanının uhdesine geçmiş, bu tarihten itibaren padişahlar aynı zamanda kendilerini İslâm halifesi olarak saymışlardır. Hatta söz konusu makamın I. Selim’e devri ile ilgili anlatılan bir hikâye halen kabul gören bir rivayet niteliği taşır. Buna göre I. Selim, Ayasofya’da gerçekleşen bir törenle halifelik makamını son Abbasi halifesi Al-Mütevekkilden törenle devralmıştır. Bu törenle ilgili çağdaş hiçbir Arap ve Türk kaynağında bilgi olmadığı gibi söz konusu rivayetin 18. yüzyılda, olaydan yaklaşık üç asır sonra kasıtlı olarak ortaya atılmıştır. Öte yandan I. Selim’in kendisini İslâm halifesi olarak tanımlamak yerine kutsal mekânların hizmetkârı manasına gelen “hâdimü’l-Haremeyn” şeklindeki sıfatı benimsediğini, Kahire’de kendisi adına okunan hutbede görüyoruz. (Faruk Sümer, Yavuz Selim Halifeliği Devraldı Mı?) I. Selim, son Mısır Abbasi halifesi Al-Mütevekkilden halifeliği devralmadığı gibi, adı bazı yolsuzluk dedikodularına karışan halifeyi İstanbul’a göndererek Yedikule zindanlarında hapsetmişti. (Feridun Emecen, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve Yükseliş Tarihi) Babasından sonra tahta cülus eden I. Süleyman (Kanuni) ise halifenin Mısır’a dönmesine izin vermiş, fakat Mısır’a giden halife rahat durmamıştı. 1524’de Mısır’da isyan eden Ahmed Paşa kendisini Mısır’a sultan, Al-Mütevekkili de halife ilan etmişti. İsyan kısa bir süre sonra bastırılmış, Ahmed Paşa öldürülmüştü. Halifenin akıbeti ise meçhuldü.
Klasik halifelik makamının 1258’de Moğollar tarafından Bağdat’ın istila edilip Abbasi halifesi El-Müsta’şim bi’llâh’ın öldürülmesi ile sona erdiği anlaşılıyor. Bundan sonraki halifeler daha çok sembolik bir makamın sahibi oldular ve kılıcı elinde tutan siyasi ve askeri gücün tasdik makamı olarak konumlandırıldılar. Memlük Devleti bünyesinde devam eden halifelik kurumu da bunun en somut örneği olarak yaklaşık 300 yıl varlığını sürdürdü. Siyasi ve askeri hiçbir gücü olmadığı gibi siyasi otoritenin emrinde etkisiz bir makamın sahibi oldular. Mısır’daki Abbasi halifelerinin durumu nihayetinde bir memurdan farksız değildi.
Peki, Osmanlı sultanlarının halifelik iddiası ne boyuttaydı? I. Selim’in kendisini ruhani anlamda İslâm halifesi olarak tanımlamadığını bilsek de oğlu I. Süleyman 1520’de Mekke Şerifi’ne tahta cülusunu bildirdiği mektubunda Allah tarafından halifelik ve saltanat makamına getirildiğini belirtmesi mühimdir. (Feridun Bey, Münşeât) Şerif ise cevabında İslam’ın kılıç tutan eli olması nedeniyle yeni sultanı yüceltiyor ve halifeliğini adeta onaylıyordu. Fakat “İmamlar Kureyş’tendir.” şeklindeki yaygın hadis-i şerife göre Osmanlı hanedanının hilafeti sorunluydu. Bunun için sonraları Osmanlıların Kureyş’e mensup oldukları dahi iddia edilmesine rağmen bu fikir kendisine pek taraftar bulamadı. Zaten Osmanlıların hilafet teorisi daha çok İslam’ın koruyuculuğu ve gaza kılıcını elinde tutması sonucu ortaya çıkan bir formülü kapsıyordu. Lütfi Paşa’nın konuyla ilgili yazdığı bir risalede özetlediği üzere gaza kılıcını elinde tuttuğu için Osmanlı sultanının tüm İslâm âleminin hamisi olduğu tezi ön plana çıkarılıyordu. (Lütfi Paşa, Halasu’l-Ümme fi Marifeti’l-Eimme) I. Süleyman da buna uygun olarak saltanatı sırasında tahtını tüm cihanın sığınacağı yer olarak konumlandırıyordu. Portekiz tehdidi altındaki Açe sultanı Alâeddîn’e kale, top ve gemi yapması için uzmanlar göndermiş, Rus tehdidine karşı kendilerini savunma kapasitelerini arttırmaları için Orta-Asya hanlıklarına ateşli silahlara sahip yeniçeri birlikleri yollamış, İspanyol tehdidi altındaki Müslüman Kuzey-Afrika topraklarını savunmak için Barbaros’u donanma ile Akdeniz’e serdar tayin etmişti. (Halil İnalcık, Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet)
BABASININ AKSİNE KULLANDI
I. Süleyman’ın cihan hâkimiyeti anlayışı ile halifelik makamının verdiği Müslümanların hamiliği görevinin ideolojik olarak birbirlerini tamamladığı anlaşılıyor. I. Süleyman’ın babasının aksine bu makama olan ilgisini dönemin cihan hâkimiyeti ideolojisi ile açıklamak mümkün olabilir. Sonuçta Osmanlı hanedanı Kureyş aşiretine mensup değildi. Fakat yeni şartların doğurduğu farklı bir hilafet anlayışı ile özellikle I. Süleyman döneminde Osmanlılar bu makamın Allah tarafından kendilerine tevdi edildiğine inanıyorlardı. Çünkü doğuda Safeviler batıda ise Habsburglara karşı cihan hâkimiyeti mücadelesine giren I. Süleyman’ın hilafet makamından doğan egemenlik iddiasından yararlandığı anlaşılıyor. Saltanatının tüm görkemini yansıtması için on senede bir Osmanlı bütçesi miktarında meblağ harcayarak Mimar Sinan’a yaptırdığı kendi adını taşıyan Süleymaniye Camii’nin kapısında bulunan kitabeye Ebussuud Efendi’nin yazdığı “Halîfetehu’l-’azîz...” ve “Zıllu’l-lâh ‘alâ kâffatu’l-umem...” şeklindeki ibareler bu noktada önemlidir.
I. Süleyman kadar hilafet makamına ilgi duyan başka bir sultan daha olmadı. Böylece halifelik ünvanı ve hilafet makamı uzunca bir süre işlevsiz kaldı. 18. yüzyılda siyaseten zayıflayan devlet, gücünü halifelik makamının verdiği egemenlik alanı ile desteklemeye çalıştı. 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile Kırım’ı kaybeden Osmanlı, anlaşma maddelerinden birisine Kırım hanlarının İslam halifesi olan Osmanlı padişahına bağlılığı ile ilgili bir ibareyi ekletti. Bu bir Osmanlı sultanının resmi olarak halifelik unvanını kullandığı ilk uluslararası belgedir. Cihan harbi yıllarında ise hilafet makamı imparatorluğun kurtuluşundaki son çare olarak İttihat ve Terakkî iktidarı tarafından yeniden ihya edilmeye çalışıldı. 23 Kasım 1914’de Sultan Mehmed Reşad tüm Müslümanların halifesi sıfatı ile kutsal cihâd ilan etti. Fakat cihâd ilanı kendisinden beklenilen etkiyi gösteremedi. Osmanlı ordusu İngiltere ve Fransa saflarında yer alan binlerce Hint-Cezayirli Müslümanlar ile savaş boyunca mücadele etmek zorunda kaldı. Şerif Hüseyin’in 1916’daki isyanı ile birlikte de hilafetin adından başka bir etkisinin kalmadığı ortaya çıktı. 3 Mart 1924 tarihli Hilafetin kaldırılmasına ve Osmanlı hanedanının Türkiye Cumhuriyeti ülkesi dışına çıkarılmasına dair kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edildi. Böylece Osmanlı hanedanının, halifelik makamı ile olan çalkantılı birlikteliği asırlar sonra son buldu.