whatsapp
Mehmet Kiraz
Köşe Yazarı
Mehmet Kiraz
 

Osmanlı Millet Sisteminden Ulusa Geçiş

Klasik Dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun Çok Milletli Siyasal Yapısı Osmanlı Devleti, çeşitli din, mezhep ve ırklara mensup toplulukları bünyesinde bulunduran çok milletli bir yapıya sahiptir. Devletin siyasal, toplumsal ve idari yapısı ise ırk ya da dil esasına göre değil, din ve mezhep temeline göre şekillenmiştir. Bireylerin toplum içerisindeki statüsünü belirleyen en temel faktör de din olmuştur. Toplum, inanç temeline göre, Müslüman, Yahudi, Rum, Ermeni gibi çeşitli “milletlere” ayrılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda millet, günümüzdeki anlamını içermemekte, bir din ya da mezhebe bağlı topluluk anlamına gelmektedir. Arapça'da da millet, dini topluluğu karşılayan bir terimdir. Osmanlı Devleti’nde yaşayan toplulukları din ya da mezhep esasına göre örgütleyerek yönetme biçimi “millet sistemi” olarak adlandırılmakta ve bu sistem İslam hukukunun da bir kurumu olarak işlev görmektedir. Müslümanlar, hâkim millet olarak kabul edilmektedir. Millet kelimesi ise daha çok gayrimüslimleri ifade etmek için kullanılmaktadır. Osmanlı Devleti’ndeki millet kavramının Batılı anlamdaki karşılığını bulmak ise güçtür. Eğer millet, “ulus” (nation) karşılığında kullanılacak olursa, bu kavram, genel olarak, belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan ve aynı dili konuşan toplumu işaret edecektir. Oysa Osmanlı Devleti’nde millet kavramı içerisinde ifade edilen topluluklar, farklı bölgelerde dağınık biçimde oturmakta ve aynı dili konuşmamaktadır. Bu toplulukların ırk birliğine sahip olmaları da söz konusu değildir. Aynı zamanda millet kavramını, kilise örgütü şeklinde tahayyül etmek de doğru olmayacaktır. Batı’daki kilise örgütü, devletten bağımsız bir statüye sahipken Osmanlı Devleti’ndeki milletler, Osmanlı’nın siyasi ve idari yapısına dâhildir ve millet liderleri aynı zamanda devletin birer memurudur. Bu arada belirtilmelidir ki, baskın olan görüşe göre, Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlerin kurumsal anlamda bir yapılanmanın içine girmeleri, İstanbul’un fethi ile birlikte gerçekleşmiştir. İstanbul Rum Patrikhanesi’nin Osmanlı hâkimiyetine girmesi ile Bizans’ta Var olan kilise teşkilatı, Osmanlı Devleti’ne geçmiş, daha sonra buna Paralel olarak yeni patrikhaneler kurulmuştur. Osmanlı Devleti’nde hukuk ise esas itibariyle İslam hukukundan oluşmaktadır.6 İslam devletlerinde din ve devlet ilişkisi de Hıristiyan teokrasisine nazaran farklıdır. Hıristiyan teokrasisinde hükümdar, doğrudan ya da papa aracılığı ile iktidarı Tanrı’dan aldığını ileri sürmektedir. İslamiyet’te ise iktidarın tümü Tanrı’ya aittir ve bu iktidarın başka bir ortağı ya da sahibi olamaz. Müslüman halk yani “ümmet” yeryüzünde Tanrı’ya vekillik eder. Tanrı, egemenliği hükümdara değil ümmete vermiştir. Halife ya da sultan, egemenliği halk aracılığı ile almıştır. İslam ümmeti tek bir ümmettir. Osmanlı Devleti de esasen kendisini, dinin hükümleri ve gerekleri ile sınırlandırmıştır. Teokratik bakımdan tutarlı olan bu halin, uygulamada tam olarak işler olması ise mümkün değildir. Çünkü padişahın dünyevi alandaki otoritesini frenleyen hiçbir yönetim ya da makam bulunmamaktadır, onun sınırı ancak uhrevidir. Padişahın karşısında yönetilenlerin söz sahibi olması ise zaten mümkün değildir. Padişahın yanında devlet yetkilerinin kullanılmasına katılan görevliler olsa da gerçek bir yetki paylaşımı olduğu düşünülemez. Zira bütün görevliler yetkilerini sadece padişahtan alır ve Divan ise ancak bir danışma organı niteliğindedir. Osmanlı Devleti’nde sınıflı toplum yapısı olduğunu söylemek de Söz konusu olamaz. Siyasi, toplumsal hatta ekonomik açıdan en önemli sınıflandırma Müslüman, Zımmi ve Harbi sınıflandırmasıdır. Ancak bununla beraber toplumda iki farklı statü olduğu da görülür: Yönetici konumundaki askeriler ve yönetilen konumundaki reaya. Reaya, kendisinden vergi alınan kesimdir ve yönetilenleri ifade eder. Bu kelimenin tekili raiyyettir ve sürü anlamına gelir. Osmanlı Devleti’nin hukuki ve siyasal yapısında uzun bir dönem Büyük değişikliklerin olmadığı söylenebilir. Ancak 19. yüzyıldan itiaren Osmanlı Devleti’nde önemli siyasi, sosyal, ticari, ekonomik ve hukuki değişikliklerin yaşandığı görülmektedir. Bu süreçte Osmanlı millet sistemi, imparatorluğun iktisaden güçsüzleşmesi ve Batı emperyalizminin de etkisiyle bozulmaya başlamıştır. Batı’nın himayeci politikalarının da sonucunda ekonomik güce sahip olan azınlıkların, 19. yüzyılın başlarından itibaren siyasi bağımsızlık istencine sahip olmaya başladıkları görülmektedir. Bu noktada millet örgütlenmesinden uluslaşma süreç ve duygusuna en geç geçenlerin Müslümanlar ve özellikle de Türkler olduğu da belirtilebilir. Dağılmakta olan Osmanlı toplumu - nun yeniden birleştirilmesi ve sistemin bir anlamda yeniden düzenlenmesi çabası, özellikle Tanzimat dönemi reformları ile kendisini göstermiştir.  Bu dönem ve devamında ortaya çıkan fikir ve müesseseler, imparatorluğun çok milletli siyasal düzeninden çıkarak uluslaşma sürecine girmesine de zemin hazırlamıştır. II. Tanzimat Dönemi Belgeleri ve Millet Sistemi Batılılaşma belki de en geniş tarifi ile çağdaş bir toplum ve hürriyetçi esaslara dayanan bir devlet kurmak amacıyla girişilen teşebbüsler ve gerçekleştirmelerdir. Osmanlı Devleti’nde Batılılaşma eğilimleri 18. yüzyıla kadar uzanır. Tanzimat dönemi olarak adlandırılan reform (ıslahat) dönemi de birden bire ortaya çıkmış değildir. Islahat silsilesini devam ettiren ve onları daha sonra ortaya çıkacak aynı nitelikteki hareketlere bağlayan bir zincirin halkasıdır. Bu sebepledir ki Tanzimat döneminde ele alınacak ilk belge olan 3 Kasım 1839 Gülhane Hattı Hümayun daha öncesinde de var olan Tanzimat fikrinin bir parçasıdır; ancak reform sürecinin yasal zemine oturtulması bakımından bir başlangıçtır. Gülhane Hattı Hümayun ile tebaanın hayat, namus ve mülkiyet hakları güvence altına alınmıştır. Bunun yanı sıra iltizam ve iltizama bağlı her türlü sömürünün kaldırılması, düzenli ve kuralına uygun bir biçimde orduya asker alınması, kamuya açık biçimde adil yargılanmanın sağlanması ve kanunların önünde dinine bakılmaksızın herkese eşitlik ilkesine uygun davranılması yönündeki ilkeler kabul edilmiştir. Özellikle eşitliğe ilişkin getirilen açıklama, geleneksel İslami uygulama ile bağdaşmamaktadır. Dolayısıyla Gülhane Hattı’nın Osmanlı Devleti’nin klasik millet sisteminden ve hâkim millet anlayışından Uzaklaştığını gösteren noktasının, Osmanlı toplumunu bir arada tutma çabası ile eşitlik ilkesi temelinde geliştirilmeye başlanan Osmanlıcılık fikri olduğunu söyleyebiliriz. Bunun bir yansıması olarak yine Gülhane Hattı Hümayun’da “Devlet ve millet gayreti ve vatan muhabbetinden bahsedilmektedir. Burada esasen dinine bakılmaksızın tüm Osman -lı tebaasına işaret etme niyeti bulunmaktadır. Din ve mezhep esasına dayalı olan millet sistemi yerine tüm Osmanlı tebaasına işaret etmek suretiyle Osmanlıcılık üzerinde durulmuştur. Ancak bununla beraber aynı belgede “ahali-i İslam” ve “milel-i saire (İslam dışındaki milletler) ” den de bahsedilir ve bu ayrım korunur. Yine de ahali-i İslam ve milel-i saire eşitliği üzerinde durulması, hâkim millet anlayışından uzaklaşıldığını açıkça göstermektedir. Burada henüz benimsenmemiş de olsa, bir Osmanlıcılık fikri ile İslami bağlılık arasında karmaşıklığın olduğu söylenebilir. Gülhane Hattı’nda Türk unsurunun dikkate alınması ise söz konusu olmamıştır. Ayrıca belirtmek gerekir ki Gülhane Hattı Hümayun’un, Avrupa Devletlerinin baskısı altında hazırlanan bir ferman olmakla birlikte, kurullara danışma ilkesini getirmesi dolayısıyla parlamenter rejimi haber verir niteliğe sahip olduğu söylenebilir. Bu ferman ile padişahın kendi egemenlik haklarını sınırlaması, vergilerin yeniden düzenlenmesi, kişilerin can ve mal güvenliğinin sağlanmasının yanında yürütmenin yasal çerçevede çalışması gereği de kabul edilmiştir. 1839 Gülhane Hattı Hümayun ile ortaya konulan vaatler, özellikle gayrimüslim tebaanın haklarını geliştirmek ve korumak amacıyla Düzenlenen 1856 Islahat Fermanı ile yinelenmiştir. Bu ferman, din farkı gözetilmeksizin bütün uyrukların eşit işlem görmesi ilkesini de getirmiştir. Gülhane Hattı Hümayun ve Islahat Fermanı ile getirilen ilkelerin etkinliği ise tam olarak sağlanmış değildir; çünkü padişahın yetkilerini sınırlandıracak mekanizmalar yoktur ve ferman hükümlerine uyup uymamak yine padişahın takdirindedir. Bununla beraber fermanların tümüyle etkisiz olduğu da düşünülmemelidir. Zira imparatorluğun idari ve hukuki yapısı değişmeye başlamıştır. Meşrutiyet ve Türkçülük Politikası: Jön Türkler, aralarındaki ayrışmalara rağmen, Abdülhamit rejimine karşı çıkışları ve meşrutiyet talepleri konusunda bir arada hareket edebilmişlerdir. 1907’de Paris’te toplanan II. Jön Türk Kongresi sonunda, Abdülhamit’in tahttan indirilmesi, yönetimin değiştirilmesi, meşrutiyet ve meşveret usullerine uygun yeni bir yönetimin kurulması amaçlarında birleşilerek bu yönde bir beyanname yayımlanmıştır. Ardından tüm yurtta bu yönde eylemler gerçekleştirilmiştir. Bu eylemleri durdurmak ve tahttan indirilme ihtimalini ortadan kaldırmak amacını da taşıyarak II. Abdülhamit, 1908’de, 1876 Kanuni Esasi’ni, bir hattı hümayun ile yeniden yürürlüğe koymuş ve II. Meşrutiyet ilan edilmiştir. Ancak Abdülhamit’in tahtta kalması uzun sürmemiş, miladi takvime göre, 13 Nisan 1909’da ortaya çıkan, 31 Mart Olayı’nın bastırılmasının ardından 27 Nisan’da toplanan Meclis, Abdülhamit’in tahttan indirilmesine ve yerine kardeşi Mehmet Reşat’ın geçirilmesine karar vermiştir. Bu süreç neticesinde İttihat ve Terakki’nin etkinliği artmıştır. Kanuni Esasi’de 1909 değişiklikleri yapılmış, Anayasa’nın tekrar ilga edilmesi ihtimalini ortadan kaldırmak için padişahın yetkileri önemli ölçüde sınırlandırılmıştır. Meclis-i Mebusan’ın yetkileri genişletilmiş, Bakanlar Kurulu’nun Meclis-i Mebusan’a karşı sorumluluğu açıkça belirtilmiştir. Mithat Paşa’nın sürgün edilmesine neden olan 113. madde ise Anayasa’dan çıkarılmıştır. Bu arada, Anayasa’da yer alan haklar, 1876’da olduğu gibi tüm yurttaşlara tanınmıştır. II. Meşrutiyet’in ilk yıllarında, İttihat ve Terakki’nin asıl ideolojisi diyebileceğimiz Türkçülük politikasını ortaya koymakta çekingen kaldığı görülmektedir. Devlete egemen duruma gelinceye kadar, Bu ideoloji açığa çıkarılmamış, Osmanlıcılık ve İslamcılık ekseninde Kalınmıştır. Bunda İslami kesimin tepkisinden ve Arapların yabancılaşmasından çekinilmesinin etkili olduğu söylenebilir. Hatta Türkçü program ve eğilimleri gizleme amacı, İttihat ve Terakki’nin cemiyet ve fırka ayrımını meşrutiyetten sonra da devam ettirmesinin ve cemiyet politikalarını gizli ilerletmesinin muhtemel nedenleri arasında görülmektedir. İttihat ve Terakki gücünü artırmaya başladıktan sonra programında önemli değişikler yapmıştır. Özellikle 1911 yılından sonra Osmanlıcılık prensibinin, ikinci plana atıldığı görülmektedir. İttihat ve Terakki Kongrelerinde alınan kararlar, Türklük şuurunun oluşması ve bu hususu sağlayacak çalışmalar üzerinde odaklanmıştır. 1913 yılından itibaren artan bu çalışmalar, İttihat ve Terakki’nin tek ve iktidar partisi olması sebebiyle süreklilik ve devamlılık da sağlamıştır. İttihat ve Terakki’nin Türkçülük programının hız kazanmasında Balkan savaşlarında alınan yenilgilerin de etkisi olmuş, Hıristiyan milletleri ulusal bilinç kazanmış imparatorluğun Osmanlıcılık anlayışı ile kurtarılamayacağı anlaşılmıştır. Bu arada Arap ve Türklerle imparatorluğu ayakta tutma fikri ile İslamcılık savunulsa da, Arapların imparatorluktan ayrılmak istemesi bu ideolojiyi savunulamaz hale getirmiştir. Artık tek seçenek olarak Türk halkı vardır ve İttihat ve Terakki de siyasete egemen hale geldiği bu dönemde, Türkçü ve Batıcı görüşlerini daha rahat bir şekilde ortaya koyabilmiştir. İttihat ve Terakki’nin Türkçülük anlayışında ulus ve ulus devlet kavrayışını aramak için ise erkendir. Nitekim Türkçülük akımında henüz ulus kavramı yer almamakta, bunun yerine Türk ırkına dayanılmaktadır. Aynı şekilde ulus devlet bilincinin olduğu da söylenemez. Çünkü Türkçülük çok milletli imparatorluğu kurtarmak için önerilmiş, bu amaç gerçekleştirilemezse de Turan adı verilen bölgelerde yeni bir imparatorluk kurulması düşünülmüştür. İttihat ve Terakki’nin ekonomik alanda da Türkçülük anlayışını Yansıttığını söylemek gerekir. Ülke ekonomisinde azınlıkların yerine, Türkleri egemen kılmak ve halkı tarımdan ticaret ve sanayiye yönlendirerek, Batı ülkelerinin düzeyine ulaştırmak istenmiştir. Bu amaçla 1913’te Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarılmış ve Türklere parasız fabrika arsası, makine, ham ve yarı işlenmiş mallar için gümrük bağışıklığı sağlanmıştır. Vergiler ise takside bağlanmıştır. Ulusal bir banka olan İtibar-ı Milli Bankası yine İttihatçılar tarafından kurulmuş, ulusal sanayi 1916’dan sonra serbestçe saptanmaya başlanan gümrüklerle korun -muştur.58 Özellikle savaş dönemi, bir Türk kapitalist sınıfı geliştirmek, Türkleri iktisadi faaliyetlere sokmak, şirketler, bankalar, kooperatifler örgütlemek demek olan “iktisadi Türkçülük” ün yerleştiği bir dönem olmuştur. İktisadî Türkçülüğün gerisinde iktisadi bağımsızlık amacının olduğu da ortadadır. Bu dönemde İttihat ve Terakki’nin gittikçe devletçi uygulamalardan yana tavır aldığı söylenebilir. Dönemin kültürel alandaki gelişmelerine bakıldığında ise yine Türkçülük ve Batıcılık prensiplerinin etkin olduğu görülmektedir. Eğitimin laik olması, dini teşkilatın okullara müdahale etmemesi, üniversite muhtariyetinin sağlanması, hukuk alanında laikleşme amacıyla tedbirler alınmış, müesseseler kurulmuştur. Kadın haklarına önem verilmiş ve bu hususta düzenlemeler yapılmıştır. Dilde Türkçecilik ve Osmanlı alfabesinin sadeleştirilmesi yönündeki çalışmalar da İttihat ve Terakki’nin bu hususta ortaya koyduğu icraatlar arasında yer alır. Türkçülük fikrinin gelişmesinde ayrıca, eğitimci yönü ile ülkenin birçok yerine dağılan Türk Ocakları etkili olmuştur. Resmi olarak 1912 yılında kurulan Türk Ocağı, Türkçülüğü destekleyenlerin buluşma yeri haline gelmiştir. Türk Yurdu dergisi ile bağlantıları oldukça kuvvetlidir ve bu dergi Ocağın birincil yayın organı olmuştur. Bir çeşit dernek olan Türk Ocakları’nın amaçları arasında, Türk ırkının ve dilinin gelişmesi için çalışmak vardır. Ocak, siyasi partilerle ise doğrudan bağ kurmayacaktır.61 Bu noktada İttihat ve Terakki ile Ocağın arasındaki en önemli birleştirici unsur, Ziya Gökalp olmuştur. Ziya Gökalp’in geliştirdiği milliyetçilik anlayışının, bu dönemde etkin olduğu ve Türkçülük akımına ilmi bir nitelik kazandırdığı söylenebilir. Gökalp, millet kelimesinin Osmanlı’daki anlamını eleştirmiş; ümmet, millet ve devlet kavramlarının birbirinden ayrı oldukları saptamasını yapmıştır. Ulusçuluğun bir ırkçılık sorunu olmadığını, çağdaş bir toplum olma, evrensel ümmet ve evrensel Osmanlı imparatorluğu anlayışlarından çıkma sorunu olduğunu belirlemiştir. Türk halkının kültürü ile Türk, fakat uygarlığı ile Batı’ya mı yoksa İslam uygarlığına mı bağlı olacağı sorusuna ise Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak formülü ile cevap vermiştir. Ziya Gökalp’in İttihat ve Terakki içerisindeki etkinliği göz önüne alındığında, partinin Türkçülük programının bu anlayış ile gelişme gösterdiğini söylemek mümkün olacaktır. Görüldüğü üzere II. Meşrutiyet yılları, Türkiye tarihinde gerçek Manada umumi efkâr olgusunun ortaya çıktığı ve siyasi hayatın Batılı anlamda ilerleme gösterdiği bir süreci meydana getirmiştir. Tuna’ya göre, bu dönemim otoriter özelliklerinin yanında ıslahatın milli, laik ve otarşik bir devlet formülüne ulaşmak istediği de ortadadır. II. Meşrutiyet döneminde uzun zamandır cesaret edilemeyen kararlar alınmış; ancak o da çoğunlukla, Osmanlıcılık ve İslamcılık kadroları içinde kalmak zorunda olduğundan çekingen, muhafazakâr ve tavizci kalmıştır. İkinci Meşrutiyetin ıslahat hareketleri devamlı olarak İslamcı cephe ve İlmiye sınıfının muhalefeti ve engellemesi ile karşılaşmıştır.66 Bunlara karşın meşrutiyet döneminde İttihatçıların izlediği yolun ve Türkçülük akımının uluslaşma sürecine zemin hazırladığını söylemek gerekir. İktisadi Türkçülük, dilde Türkçecilik, Batıcı anlayış ile düzenlenmeye çalışılan eğitim, hukuk alanında laikleşme çabaları, kadın haklarına önem verilmesi gibi konular buna kanıt olabilir. Nitekim bu yöndeki çalışmalar, Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Ayrıca İttihat ve Terakki 1918’de feshedilse de İttihatçıların birçoğunun milli mücadele döneminde de etkin olduğu bilinmektedir.
Ekleme Tarihi: 01 Ağustos 2023 - Salı

Osmanlı Millet Sisteminden Ulusa Geçiş

Klasik Dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun Çok Milletli

Siyasal Yapısı Osmanlı Devleti, çeşitli din, mezhep ve ırklara mensup toplulukları bünyesinde bulunduran çok milletli bir yapıya sahiptir. Devletin siyasal, toplumsal ve idari yapısı ise ırk ya da dil esasına göre değil, din ve mezhep temeline göre şekillenmiştir. Bireylerin toplum içerisindeki statüsünü belirleyen en temel faktör de din olmuştur. Toplum, inanç temeline göre, Müslüman, Yahudi, Rum, Ermeni gibi çeşitli “milletlere” ayrılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda millet, günümüzdeki anlamını içermemekte, bir din ya da mezhebe bağlı topluluk anlamına gelmektedir. Arapça'da da millet, dini topluluğu karşılayan bir terimdir. Osmanlı Devleti’nde yaşayan toplulukları din ya da mezhep esasına göre örgütleyerek yönetme biçimi “millet sistemi” olarak adlandırılmakta ve bu sistem İslam hukukunun da bir kurumu olarak işlev görmektedir. Müslümanlar, hâkim millet olarak kabul edilmektedir. Millet kelimesi ise daha çok gayrimüslimleri ifade etmek için kullanılmaktadır.

Osmanlı Devleti’ndeki millet kavramının Batılı anlamdaki karşılığını bulmak ise güçtür. Eğer millet, “ulus” (nation) karşılığında kullanılacak olursa, bu kavram, genel olarak, belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan ve aynı dili konuşan toplumu işaret edecektir. Oysa Osmanlı Devleti’nde millet kavramı içerisinde ifade edilen topluluklar, farklı bölgelerde dağınık biçimde oturmakta ve aynı dili konuşmamaktadır. Bu toplulukların ırk birliğine sahip olmaları da söz konusu değildir. Aynı zamanda millet kavramını, kilise örgütü şeklinde tahayyül etmek de doğru olmayacaktır. Batı’daki kilise örgütü, devletten bağımsız bir statüye sahipken Osmanlı Devleti’ndeki milletler, Osmanlı’nın siyasi ve idari yapısına dâhildir ve millet liderleri aynı zamanda devletin birer memurudur. Bu arada belirtilmelidir ki, baskın olan görüşe göre, Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlerin kurumsal anlamda bir yapılanmanın içine girmeleri, İstanbul’un fethi ile birlikte gerçekleşmiştir. İstanbul Rum Patrikhanesi’nin Osmanlı hâkimiyetine girmesi ile Bizans’ta Var olan kilise teşkilatı, Osmanlı Devleti’ne geçmiş, daha sonra buna

Paralel olarak yeni patrikhaneler kurulmuştur. Osmanlı Devleti’nde hukuk ise esas itibariyle İslam hukukundan oluşmaktadır.6 İslam devletlerinde din ve devlet ilişkisi de Hıristiyan teokrasisine nazaran farklıdır. Hıristiyan teokrasisinde hükümdar, doğrudan ya da papa aracılığı ile iktidarı Tanrı’dan aldığını ileri sürmektedir. İslamiyet’te ise iktidarın tümü Tanrı’ya aittir ve bu iktidarın başka bir ortağı ya da sahibi olamaz. Müslüman halk yani “ümmet” yeryüzünde Tanrı’ya vekillik eder. Tanrı, egemenliği hükümdara değil ümmete vermiştir. Halife ya da sultan, egemenliği halk aracılığı ile almıştır. İslam ümmeti tek bir ümmettir. Osmanlı Devleti de esasen kendisini, dinin hükümleri ve gerekleri ile sınırlandırmıştır. Teokratik bakımdan tutarlı olan bu halin, uygulamada tam olarak işler olması ise mümkün değildir. Çünkü padişahın dünyevi alandaki otoritesini frenleyen hiçbir yönetim ya da makam bulunmamaktadır, onun sınırı ancak uhrevidir.

Padişahın karşısında yönetilenlerin söz sahibi olması ise zaten mümkün değildir. Padişahın yanında devlet yetkilerinin kullanılmasına katılan görevliler olsa da gerçek bir yetki paylaşımı olduğu düşünülemez. Zira bütün görevliler yetkilerini sadece padişahtan alır ve Divan ise ancak bir danışma organı niteliğindedir.

Osmanlı Devleti’nde sınıflı toplum yapısı olduğunu söylemek de

Söz konusu olamaz. Siyasi, toplumsal hatta ekonomik açıdan en önemli sınıflandırma Müslüman, Zımmi ve Harbi sınıflandırmasıdır. Ancak bununla beraber toplumda iki farklı statü olduğu da görülür: Yönetici konumundaki askeriler ve yönetilen konumundaki reaya. Reaya, kendisinden vergi alınan kesimdir ve yönetilenleri ifade eder. Bu kelimenin tekili raiyyettir ve sürü anlamına gelir.

Osmanlı Devleti’nin hukuki ve siyasal yapısında uzun bir dönem

Büyük değişikliklerin olmadığı söylenebilir. Ancak 19. yüzyıldan itiaren Osmanlı Devleti’nde önemli siyasi, sosyal, ticari, ekonomik ve hukuki değişikliklerin yaşandığı görülmektedir. Bu süreçte Osmanlı millet sistemi, imparatorluğun iktisaden güçsüzleşmesi ve Batı emperyalizminin de etkisiyle bozulmaya başlamıştır. Batı’nın himayeci politikalarının da sonucunda ekonomik güce sahip olan azınlıkların, 19. yüzyılın başlarından itibaren siyasi bağımsızlık istencine sahip olmaya başladıkları görülmektedir. Bu noktada millet örgütlenmesinden uluslaşma süreç ve duygusuna en geç geçenlerin Müslümanlar ve özellikle de Türkler olduğu da belirtilebilir. Dağılmakta olan Osmanlı toplumu - nun yeniden birleştirilmesi ve sistemin bir anlamda yeniden düzenlenmesi çabası, özellikle Tanzimat dönemi reformları ile kendisini göstermiştir.  Bu dönem ve devamında ortaya çıkan fikir ve müesseseler, imparatorluğun çok milletli siyasal düzeninden çıkarak uluslaşma sürecine girmesine de zemin hazırlamıştır.

II. Tanzimat Dönemi Belgeleri ve Millet Sistemi Batılılaşma belki de en geniş tarifi ile çağdaş bir toplum ve hürriyetçi esaslara dayanan bir devlet kurmak amacıyla girişilen teşebbüsler ve gerçekleştirmelerdir. Osmanlı Devleti’nde Batılılaşma eğilimleri 18. yüzyıla kadar uzanır. Tanzimat dönemi olarak adlandırılan reform (ıslahat) dönemi de birden bire ortaya çıkmış değildir. Islahat silsilesini devam ettiren ve onları daha sonra ortaya çıkacak aynı nitelikteki hareketlere bağlayan bir zincirin halkasıdır. Bu sebepledir ki Tanzimat döneminde ele alınacak ilk belge olan 3 Kasım 1839 Gülhane Hattı Hümayun daha öncesinde de var olan Tanzimat fikrinin bir parçasıdır; ancak reform sürecinin yasal zemine oturtulması bakımından bir başlangıçtır. Gülhane Hattı Hümayun ile tebaanın hayat, namus ve mülkiyet hakları güvence altına alınmıştır. Bunun yanı sıra iltizam ve iltizama bağlı her türlü sömürünün kaldırılması, düzenli ve kuralına uygun bir biçimde orduya asker alınması, kamuya açık biçimde adil yargılanmanın sağlanması ve kanunların önünde dinine bakılmaksızın herkese eşitlik ilkesine uygun davranılması yönündeki ilkeler kabul edilmiştir. Özellikle eşitliğe ilişkin getirilen açıklama, geleneksel İslami uygulama ile bağdaşmamaktadır. Dolayısıyla Gülhane Hattı’nın Osmanlı Devleti’nin klasik millet sisteminden ve hâkim millet anlayışından

Uzaklaştığını gösteren noktasının, Osmanlı toplumunu bir arada tutma çabası ile eşitlik ilkesi temelinde geliştirilmeye başlanan Osmanlıcılık fikri olduğunu söyleyebiliriz. Bunun bir yansıması olarak yine Gülhane Hattı Hümayun’da “Devlet ve millet gayreti ve vatan muhabbetinden bahsedilmektedir. Burada esasen dinine bakılmaksızın tüm Osman -lı tebaasına işaret etme niyeti bulunmaktadır. Din ve mezhep esasına dayalı olan millet sistemi yerine tüm Osmanlı tebaasına işaret etmek suretiyle Osmanlıcılık üzerinde durulmuştur. Ancak bununla beraber aynı belgede “ahali-i İslam” ve “milel-i saire (İslam dışındaki milletler) ” den de bahsedilir ve bu ayrım korunur. Yine de ahali-i İslam ve milel-i saire eşitliği üzerinde durulması, hâkim millet anlayışından uzaklaşıldığını açıkça göstermektedir. Burada henüz benimsenmemiş de olsa, bir Osmanlıcılık fikri ile İslami bağlılık arasında karmaşıklığın olduğu söylenebilir. Gülhane Hattı’nda Türk unsurunun dikkate alınması ise söz konusu olmamıştır.

Ayrıca belirtmek gerekir ki Gülhane Hattı Hümayun’un, Avrupa

Devletlerinin baskısı altında hazırlanan bir ferman olmakla birlikte, kurullara danışma ilkesini getirmesi dolayısıyla parlamenter rejimi haber verir niteliğe sahip olduğu söylenebilir. Bu ferman ile padişahın kendi egemenlik haklarını sınırlaması, vergilerin yeniden düzenlenmesi, kişilerin can ve mal güvenliğinin sağlanmasının yanında yürütmenin yasal çerçevede çalışması gereği de kabul edilmiştir.

1839 Gülhane Hattı Hümayun ile ortaya konulan vaatler, özellikle gayrimüslim tebaanın haklarını geliştirmek ve korumak amacıyla

Düzenlenen 1856 Islahat Fermanı ile yinelenmiştir. Bu ferman, din farkı gözetilmeksizin bütün uyrukların eşit işlem görmesi ilkesini de getirmiştir. Gülhane Hattı Hümayun ve Islahat Fermanı ile getirilen ilkelerin etkinliği ise tam olarak sağlanmış değildir; çünkü padişahın yetkilerini sınırlandıracak mekanizmalar yoktur ve ferman hükümlerine uyup uymamak yine padişahın takdirindedir. Bununla beraber fermanların tümüyle etkisiz olduğu da düşünülmemelidir. Zira imparatorluğun idari ve hukuki yapısı değişmeye başlamıştır.

Meşrutiyet ve Türkçülük Politikası:

Jön Türkler, aralarındaki ayrışmalara rağmen, Abdülhamit rejimine karşı çıkışları ve meşrutiyet talepleri konusunda bir arada hareket edebilmişlerdir. 1907’de Paris’te toplanan II. Jön Türk Kongresi sonunda, Abdülhamit’in tahttan indirilmesi, yönetimin değiştirilmesi, meşrutiyet ve meşveret usullerine uygun yeni bir yönetimin kurulması amaçlarında birleşilerek bu yönde bir beyanname yayımlanmıştır. Ardından tüm yurtta bu yönde eylemler gerçekleştirilmiştir. Bu eylemleri durdurmak ve tahttan indirilme ihtimalini ortadan kaldırmak amacını da taşıyarak II. Abdülhamit, 1908’de, 1876 Kanuni Esasi’ni, bir hattı hümayun ile yeniden yürürlüğe koymuş ve II. Meşrutiyet ilan edilmiştir. Ancak Abdülhamit’in tahtta kalması uzun sürmemiş, miladi takvime göre, 13 Nisan 1909’da ortaya çıkan, 31 Mart Olayı’nın bastırılmasının ardından 27 Nisan’da toplanan Meclis, Abdülhamit’in tahttan indirilmesine ve yerine kardeşi Mehmet Reşat’ın geçirilmesine karar vermiştir.

Bu süreç neticesinde İttihat ve Terakki’nin etkinliği artmıştır. Kanuni Esasi’de 1909 değişiklikleri yapılmış, Anayasa’nın tekrar ilga edilmesi ihtimalini ortadan kaldırmak için padişahın yetkileri önemli ölçüde sınırlandırılmıştır. Meclis-i Mebusan’ın yetkileri genişletilmiş,

Bakanlar Kurulu’nun Meclis-i Mebusan’a karşı sorumluluğu açıkça belirtilmiştir. Mithat Paşa’nın sürgün edilmesine neden olan 113. madde ise Anayasa’dan çıkarılmıştır. Bu arada, Anayasa’da yer alan haklar, 1876’da olduğu gibi tüm yurttaşlara tanınmıştır.

II. Meşrutiyet’in ilk yıllarında, İttihat ve Terakki’nin asıl ideolojisi diyebileceğimiz Türkçülük politikasını ortaya koymakta çekingen kaldığı görülmektedir. Devlete egemen duruma gelinceye kadar,

Bu ideoloji açığa çıkarılmamış, Osmanlıcılık ve İslamcılık ekseninde

Kalınmıştır. Bunda İslami kesimin tepkisinden ve Arapların yabancılaşmasından çekinilmesinin etkili olduğu söylenebilir. Hatta Türkçü program ve eğilimleri gizleme amacı, İttihat ve Terakki’nin cemiyet ve fırka ayrımını meşrutiyetten sonra da devam ettirmesinin ve cemiyet politikalarını gizli ilerletmesinin muhtemel nedenleri arasında görülmektedir.

İttihat ve Terakki gücünü artırmaya başladıktan sonra programında önemli değişikler yapmıştır. Özellikle 1911 yılından sonra Osmanlıcılık prensibinin, ikinci plana atıldığı görülmektedir. İttihat ve Terakki Kongrelerinde alınan kararlar, Türklük şuurunun oluşması ve bu hususu sağlayacak çalışmalar üzerinde odaklanmıştır. 1913 yılından itibaren artan bu çalışmalar, İttihat ve Terakki’nin tek ve iktidar partisi olması sebebiyle süreklilik ve devamlılık da sağlamıştır. İttihat ve Terakki’nin Türkçülük programının hız kazanmasında Balkan savaşlarında alınan yenilgilerin de etkisi olmuş, Hıristiyan milletleri ulusal bilinç kazanmış imparatorluğun Osmanlıcılık anlayışı ile kurtarılamayacağı anlaşılmıştır. Bu arada Arap ve Türklerle imparatorluğu ayakta tutma fikri ile İslamcılık savunulsa da, Arapların imparatorluktan ayrılmak istemesi bu ideolojiyi savunulamaz hale getirmiştir. Artık tek seçenek olarak Türk halkı vardır ve İttihat ve Terakki de siyasete egemen hale geldiği bu dönemde, Türkçü ve Batıcı görüşlerini daha rahat bir şekilde ortaya koyabilmiştir. İttihat ve Terakki’nin Türkçülük anlayışında ulus ve ulus devlet kavrayışını aramak için ise erkendir. Nitekim Türkçülük akımında henüz ulus kavramı yer almamakta, bunun yerine Türk ırkına dayanılmaktadır. Aynı şekilde ulus devlet bilincinin olduğu da söylenemez. Çünkü Türkçülük çok milletli imparatorluğu kurtarmak için önerilmiş, bu amaç gerçekleştirilemezse de Turan adı verilen bölgelerde yeni bir imparatorluk kurulması düşünülmüştür.

İttihat ve Terakki’nin ekonomik alanda da Türkçülük anlayışını

Yansıttığını söylemek gerekir. Ülke ekonomisinde azınlıkların yerine,

Türkleri egemen kılmak ve halkı tarımdan ticaret ve sanayiye yönlendirerek, Batı ülkelerinin düzeyine ulaştırmak istenmiştir. Bu amaçla 1913’te Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarılmış ve Türklere parasız fabrika arsası, makine, ham ve yarı işlenmiş mallar için gümrük bağışıklığı sağlanmıştır. Vergiler ise takside bağlanmıştır. Ulusal bir banka olan İtibar-ı Milli Bankası yine İttihatçılar tarafından kurulmuş, ulusal sanayi 1916’dan sonra serbestçe saptanmaya başlanan gümrüklerle korun -muştur.58 Özellikle savaş dönemi, bir Türk kapitalist sınıfı geliştirmek, Türkleri iktisadi faaliyetlere sokmak, şirketler, bankalar, kooperatifler örgütlemek demek olan “iktisadi Türkçülük” ün yerleştiği bir dönem olmuştur. İktisadî Türkçülüğün gerisinde iktisadi bağımsızlık amacının olduğu da ortadadır. Bu dönemde İttihat ve Terakki’nin gittikçe devletçi uygulamalardan yana tavır aldığı söylenebilir.

Dönemin kültürel alandaki gelişmelerine bakıldığında ise yine

Türkçülük ve Batıcılık prensiplerinin etkin olduğu görülmektedir. Eğitimin laik olması, dini teşkilatın okullara müdahale etmemesi, üniversite muhtariyetinin sağlanması, hukuk alanında laikleşme amacıyla tedbirler alınmış, müesseseler kurulmuştur. Kadın haklarına önem verilmiş ve bu hususta düzenlemeler yapılmıştır. Dilde Türkçecilik ve Osmanlı alfabesinin sadeleştirilmesi yönündeki çalışmalar da İttihat ve Terakki’nin bu hususta ortaya koyduğu icraatlar arasında yer alır.

Türkçülük fikrinin gelişmesinde ayrıca, eğitimci yönü ile ülkenin birçok yerine dağılan Türk Ocakları etkili olmuştur. Resmi olarak 1912 yılında kurulan Türk Ocağı, Türkçülüğü destekleyenlerin buluşma yeri haline gelmiştir. Türk Yurdu dergisi ile bağlantıları oldukça kuvvetlidir ve bu dergi Ocağın birincil yayın organı olmuştur. Bir çeşit dernek olan Türk Ocakları’nın amaçları arasında, Türk ırkının ve dilinin gelişmesi için çalışmak vardır. Ocak, siyasi partilerle ise doğrudan bağ kurmayacaktır.61 Bu noktada İttihat ve Terakki ile Ocağın arasındaki en önemli birleştirici unsur, Ziya Gökalp olmuştur. Ziya Gökalp’in geliştirdiği milliyetçilik anlayışının, bu dönemde etkin olduğu ve Türkçülük akımına ilmi bir nitelik kazandırdığı söylenebilir. Gökalp, millet kelimesinin Osmanlı’daki anlamını eleştirmiş; ümmet, millet ve devlet kavramlarının birbirinden ayrı oldukları saptamasını yapmıştır. Ulusçuluğun

bir ırkçılık sorunu olmadığını, çağdaş bir toplum olma, evrensel ümmet ve evrensel Osmanlı imparatorluğu anlayışlarından çıkma sorunu olduğunu belirlemiştir. Türk halkının kültürü ile Türk, fakat uygarlığı ile Batı’ya mı yoksa İslam uygarlığına mı bağlı olacağı sorusuna ise Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak formülü ile cevap vermiştir. Ziya Gökalp’in İttihat ve Terakki içerisindeki etkinliği göz önüne alındığında, partinin Türkçülük programının bu anlayış ile gelişme gösterdiğini söylemek mümkün olacaktır.

Görüldüğü üzere II. Meşrutiyet yılları, Türkiye tarihinde gerçek

Manada umumi efkâr olgusunun ortaya çıktığı ve siyasi hayatın Batılı anlamda ilerleme gösterdiği bir süreci meydana getirmiştir. Tuna’ya göre, bu dönemim otoriter özelliklerinin yanında ıslahatın milli, laik ve otarşik bir devlet formülüne ulaşmak istediği de ortadadır. II. Meşrutiyet döneminde uzun zamandır cesaret edilemeyen kararlar alınmış; ancak o da çoğunlukla, Osmanlıcılık ve İslamcılık kadroları içinde kalmak zorunda olduğundan çekingen, muhafazakâr ve tavizci kalmıştır.

İkinci Meşrutiyetin ıslahat hareketleri devamlı olarak İslamcı cephe ve İlmiye sınıfının muhalefeti ve engellemesi ile karşılaşmıştır.66 Bunlara karşın meşrutiyet döneminde İttihatçıların izlediği yolun ve Türkçülük akımının uluslaşma sürecine zemin hazırladığını söylemek gerekir. İktisadi Türkçülük, dilde Türkçecilik, Batıcı anlayış ile düzenlenmeye çalışılan eğitim, hukuk alanında laikleşme çabaları, kadın haklarına önem verilmesi gibi konular buna kanıt olabilir. Nitekim bu yöndeki çalışmalar, Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Ayrıca İttihat ve Terakki 1918’de feshedilse de İttihatçıların birçoğunun milli mücadele döneminde de etkin olduğu bilinmektedir.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve seydisehirgundem.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.